Son dönemde yaşadığımız olaylar bazı insanların ne derece acımasız, gaddar, kin ve nefret dolu bir ruh haline sahip olabileceklerini gözler önüne sermektedir. Toplumun büyük kısmı, kendisine muhalif düşüncedeki bir kimseye, bırakın saygı göstermeyi adeta düşman gibi davranmaktadır. 

“Bizden değilse yok olsun” zihniyetinin herkesten önce kendileri için bir tehlike olduğunu anlayamayan bu insanlar, oluşturmaya çalıştıkları nefret denizi içinde bir gün kendilerinin de boğulabileceğini asla unutmamalıdır. Hukuksuzluk, adaletsizlik, vicdansızlık, gaddarlık bir virüs gibi toplumu sardığında kimse bunun dışında kalamaz, en güçlü olduğunu düşünen “derin odaklar” dahi… Hatta nefret ve kinin doğurduğu galeyanın ilk hedefi en başta bu nefret iklimini inşa edenler ve malum “derin yapılar” olur.

Bugün de ülkemizdeki bir kısım insanların, görüş ayrılığı içerisinde oldukları kişilere karşı gösterdikleri tahammülsüzlük, bu kişilerin susturulmasını, baskılanmasını ve hatta hapsedilmesini istemeye varacak kadar anormal ve hastalıklı bir hal almıştır. Mahkeme bin yıl ceza verse "Neden 10 bin yıl verilmedi?", 10 bin yıl ceza verse "Neden idam verilmedi?" diyerek, hükmedilen hiçbir cezayı yeterli bulmayan bu sapkın zihniyet toplumun çeşitli kesimlerinde hakimdir. Öyle ki insanların tahliye olmasına üzülen, onların izbe, küflü, karanlık ceza evlerinde çürümelerini isteyen, kediye köpeğe gösterdikleri hassasiyeti hapishanedeki insanlara göstermeyen son derece gaddar bir anlayış ortaya çıkmıştır.

Toplumdaki artan kutuplaşma gittikçe birbirlerinden nefret eden insan gruplarını ortaya çıkarmaktadır. Öyle ki bu kutuplaşmalar herkesin ihtiyaç duyduğu ve toplumsal yaşamın en temel unsurlarından olan "adalet kavramı"nın dahi kişilere göre ayrıcalıklı biçimde uygulandığı vahim durumlara yol açmaktadır.

Adaleti Kendi Aleyhine Olsa Bile Savunabiliyorsan Haktır

Tabi ki haksızlık ve adaletsizlik karşısında sessiz kalmak vicdanen hiç kimsenin kabul edebileceği bir durum değildir. Ancak, burada söz konusu adaletsizliği dile getiren kişilere, dile getirdikleri üsluba ve kullandıkları yöntemlere dikkatle bakıldığında, sadece kendileri aleyhine gelişen durumlarda tepki gösterdikleri bir samimiyetsizlik ve çifte standart açıkça görülmektedir. Yani, kendi çıkarlarının veya savunduğu değerlerin aleyhine olmadığı sürece aynı adaletsiz, haksız veya hukuksuz duruma hiçbir şekilde tepki vermemektedirler. Daha da vahimi, “kendinden olmayana yapılan adaletsizliğe” adeta histeri denilebilecek bir coşkuyla sevinmekte ve desteklemektedirler. Bu durum her fırsatta adaletsizlikten şikâyet eden bu kişilerin aslında ne derece yapmacık, samimiyetsiz ve taraflı davrandıklarını açıkça ortaya koymaktadır. 

Bu çevreler özellikle hukuki olaylarda konunun hiçbir detayına hâkim olmadıkları halde sadece kendileriyle farklı görüşe sahipler diye karşı tarafa inanılmaz bir kin duymakta, en ağır şekilde cezalandırılmalarını istemektedir. Hoşlarına gitmeyen, yani yeterince acımasız olmayan, bir karar verilmesi durumunda ise başta sosyal medya olmak üzere yazılı ve görsel basında, mevcut hemen her mecrada büyük bir linç kampanyasıyla algı oluşturmaya ve adli makamları etkilemeye çalışmaktadırlar. Kamuoyu baskısı oluşturarak adil yargılamanın etki altında bırakılması ise günümüzde artık sıkça rastlanan ama gerçekte alenen suç teşkil eden tehlikeli ve yaygın bir davranış biçimi haline gelmiştir.

Kıskançlığın ve Sevgisizliğin Körüklediği Linç Duygusu

Bu anormal yaklaşımın en açık ve net örneklerine Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarına açılan davada 3 yıl boyunca tüm Türkiye olarak şahit olduk. Dava dosyasının içeriğinden bile habersiz kişiler sadece besledikleri kıskançlık ve sevgisizlik nedeniyle, Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarına en ağır cezaların verilmesini istediler. Ellerinde dosyayı inceleme imkânı olanlar dahi bunu yapmak yerine sırf duydukları nefretten ötürü adil davranmamış, kitle psikolojisine uyarak birçokları gibi linç kampanyasına dahil olmuşlardır. 

Eğer ki bu insanlar, böylesi haksız ve adaletsiz durumlara çanak tutmaya, vicdanlarıyla değil öfkeleriyle tepki vermeye, haksızlıklara gözlerini kapatarak sanki hiç olmamış gibi davranmaya devam ederlerse yarın bir gün benzer durumların kendi başlarına gelmesi halinde ne yakınmaya ne de şikâyet etmeye hiçbir hakları olmayacağı açıktır. Çünkü başlarına gelecek olan bizzat kendi elleriyle oluşturdukları, destekledikleri ve alkışladıkları zulüm sisteminden başkası olmayacaktır.

Toplumu yaşanılmaz hale getirebilecek bu tehlikeli duruma engel olmak için insanlar arasında sevginin, saygının, hoşgörünün yeniden tesis edilmesi affetmenin, bağışlamanın ve adaletli olmanın ne kadar büyük erdemler olduğunun her fırsatta hatırlatılması gerekmektedir. 

Affetmenin, anlayışlı olmanın, insanları eğiterek tekrar topluma kazandırmanın ne kadar önemli ve gerekli olduğunu yüce kitabımız Kuran-ı Kerim’den de açıkça görmekteyiz. Bir Kuran ayetinde ihanete uğransa bile affetmek gerektiği bizlere şu şekilde bildirilmiştir:

"… İçlerinden birazı dışında, onlardan sürekli ihanet görür durursun. Yine de onları affet, aldırış etme. Şüphesiz Allah, iyilik yapanları sever." (Maide Suresi, 13)

Yine, bir başka ayette ise Allah’ın ne kadar merhametli ve bağışlayıcı olduğu hatırlatılarak insanlara da bu güzel ahlak şöyle tavsiye edilmiştir:

"Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoşgörsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir." (Nur Suresi, 22)

Gerek Müslümanlığın gerekse toplum ahlakının kişiye yüklediği bir zaruret olarak sorumlu her bir vatandaşın yapması gereken en önemli ve ilk iş, olayları dedikoduyla değil gerçek bilgiyle değerlendirmek, kin ve öfkeyle değil vicdanla karar vermek, kendisinin veya eşrafının aleyhine bile olsa adil olmak ve adaletli davranmaktır. 

Aksi halde ne toplum vicdanında ne de Allah Katında hesabını asla veremeyeceği bir duruma düşecektir.

 

Daha yeni Daha eski