3. Esasa İlişkin Savunmalarımız 

 

SUÇ ÖRGÜTÜNÜN UNSURLARI OLUŞMAMIŞTIR.

 

Türk Ceza Kanunu'nun 220'nci maddesi; “Kanunun suç saydığı fiilleri işlemek amacıyla örgüt kuranlar veya yönetenler, örgütün yapısı, sahip bulunduğu üye sayısı ile araç ve gereç bakımından amaç suçları işlemeye elverişli olması halinde, iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır" şeklinde düzenlenmiştir.

 

Müvekkile isnat edilen ana suçlamada Türk Ceza Kanunu'nun 220/1'inci maddesine göre suç işlemek amacıyla örgüt kurma ve yönetme iddiasıdır. Ancak suç örgütünün varlığı için gerekli unsurların dava konusu olayda oluşmadığı ve dolayısıyla da ortada bir suç örgütünün bulunmadığı açık olup bu hususlar aşağıda tek tek açıklanmıştır.

 

SOMUT OLAYDA ORGANİZE BİR YAPIYA SAHİP BİR ÖRGÜT YOKTUR.

 

Örgüt, sözlükte, ortak bir amaç veya işi gerçekleştirmek için bir araya gelmiş kurumların veya kişilerin oluşturduğu birlik, teşekkül, teşkilat" şeklinde tanımlanmıştır1. Örgüt niteliği itibarıyla bir organize yapıyı gerektirir. TCK md. 220'yi de dikkate alarak örgütü, en az üç kişinin bir araya gelerek suç işlemek için oluşturduğu, hiyerarşik bir yapıya sahip olan organize ve disiplinli bir birlik" şeklinde tanımlamak mümkündür.

 

TCK md. 220 anlamında bir örgütten bahsedebilmek için, organize bir yapıya sahip olması gerekir. Buna göre en az üç kişiden meydana gelmiş bir teşkilatlanma gereklidir. Suç örgütünün kabulü için en az üç kişinin bir araya geldiği fiili' bir birleşme


 

 Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, c: 2, 9. Baskı, Ankara 998, "örgüt" maddesi.


yeterlidir. Bununla birlikte hukuka uygun şekilde kurulmuş olan veya hukuka uygun amaçlar çerçevesinde faaliyet gösteren kuruluşları veya oluşumları, bünyelerinde suç işlendiği gerekçesiyle suç örgütü saymanın olanağı yoktur.

 

Özel hukuka veya kamu hukukuna tabi olan bu tür kuruluşların içerisinde niteliği gereği mevcut olan hiyerarşik ilişki örgütün varlığına karine teşkil etmez. Bu tür yapılardan kaynaklanan ast-üst ilişkileri hukuka uygun olduğundan suç örgütünün hiyerarşik özelliği olarak değerlendirilmemelidir. Böylece kişiler arasındaki akrabalıktan, işyerindeki olağan çalışma pozisyonlarından, idari hiyerarşiden, toplumsal hayatın olağan işleyişinden, sosyal, kültürel, kişisel birlikteliklerden kaynaklanan ilişkilerden, bu ilişkilerin doğasında taşıdıkları nitelikleri gereğince doğrudan bir hiyerarşik ve organize yapı çıkarmak mümkün değildir2.

 

Somut olayda içerisinde görev dağılımı yapılmış bir örgütten bahsetmek de mümkün değildir. Suç işlemek için kurulmuş bir örgütten bahsedebilmek için planlı bir ortaklık ve iş bölümden bahsetmek gerekir. Oysa dava konusu müştekiler/itirafçı sanıklar, Emniyet fezlekesi, iddianame ve hatta esas hakkında mütalaa birbirlerinden farklı bir teşkilatlanma yapısı ortaya atmışlardır.

 

Oysa ki, müvekkil ve arkadaşları inançları doğrultusunda yaşamak, Allah'ın varlığını ve birliğini insanlara anlatmak, sevgi, dostluk, kardeşlik ve barışı tebliğ etmek, Devlete itaati ve vatanseverliği güçlendirmek ve bu kapsamda yayın, sempozyum vb. faaliyetlerde bulunmak amacıyla bir araya gelmiş bir topluluktur. Bu tür faaliyetler din, ifade ve örgütlenme özgürlüğü kapsamında kalıp temel bir insan hakkının kullanılması anlamına gelmektedir (AİHS md. 9-11; AY md. 24-26}. Dolayısıyla hakkın kullanılması çerçevesinde yürütülen faaliyetlerin suç örgütü kapsamında değerlendirilmesi hukuka aykırıdır.

 

 

2 Kavlak, Cihan: Suç İşlemek Amacıyla Örgüt Kurma Suçu, 3. Baskı, Ankara, 20 7, s. 373.


 

 

ÖRGÜT SUÇUNUN YASAL UNSURLARININ OLUŞABİLMESİ İÇİN, ÖRGÜT OLARAK İFADE EDİLEN BİRLİKTELİĞİN HANGİ TARİHTE KURULDUĞUNUN TESPİT EDİLMESİ GEREKMEKTEDİR. DAVAMIZDA BÖYLE BİR TESPİT YAPILAMAMIŞTIR.

 

İddianamede müvekkil ve arkadaşlarının sosyolojik anlamda bir araya geldiği yıllar olan 1979 yılı ve sonrasındaki dönem, cezai anlamda kuruluş tarihi gibi aktarılmıştır. "Suç örgütü" özünde bir suç anlaşması olduğuna göre, bu anlaşmanın bir başlangıcı olmalıdır. O nedenle, cezai anlamda bir suç örgütünden bahsediliyor ise bu anlaşmayı yapanların belirsiz sayıda suç işlemeye ne zaman karar verdiklerinin açıkça ortaya konulmuş olması gerekmektedir ki iddianamede bu husus değerlendirilmemiştir.

 

Yukarıda yer verdiğimiz beraat ve takipsizlik kararları, benzer isnatlara ilişkin açılan soruşturma ve kovuşturmalar üzerine verilmiş olmasına rağmen, iddia makamı, önceki yargı kararlarını göz ardı ederek hukuka aykırı bir şekilde müvekkil ve arkadaşlarının sosyolojik ve hukuki olarak bir araya geldiği mahkeme ve savcılık kararları ile sabit olan dönemi güya suç örgütü birlikteliği olarak tanımlamıştır. Temeli ön yargı üzerine kurulan iddianamede, doğal olarak müvekkil ve arkadaşlarının tüm ilmi ve kültürel faaliyetleri, sözde suç örgütü kapsamında sözde suç faaliyeti gibi lanse edilmiştir. Deyim yerindeyse, müvekkilin ve arkadaşlarının nefes almaları bile, örgüt suçu olarak değerlendirilmiştir.


Sanıkların AVM'ye gitmeleri, doktora giden arkadaşlarına eşlik etmeleri, ihtiyaç içinde olan dostlarına yardımda bulunmaları, birbirlerinden ev veya araba satın almaları, birbirleriyle ticaret yapmaları, evlenmeleri veya boşanmaları, çocuk sahibi olmaları veya olmamaları, kıyafet tarzları, sosyal medyalarında paylaştıkları fotoğrafları, yaptıkları iş toplantıları, kullandıkları arabaları, katıldıkları davetler, sosyal çevrelerinde bulunan herhangi bir siyasetçi ile dostane ilişkileri, hatta Allah'ın varlığını anlattıkları konferanslar ve yazılar dahi başına "örgütsel saik" ifadesi eklenerek örgüt suçu gibi gösterilmeye çalışılmıştır.


Suç işlemeyi hedeflemeyen sosyolojik anlamdaki legal bir birliktelik, ceza hukuku anlamında bir örgüt sayılmaz. Böyle bir birlikteliğin içinde yer alan insanların günlük hayatına dair detayların başına "örgütsel saik" kelimesini eklemekle hukuki bir tespit yapıldığı iddia edilemez. Bu yüzden bir suç örgütü ile sivil toplum örgütünün (birlikteliğinin} birbirinden dikkatlice ayrıştırılması gerekir. Buna rağmen iddianamede, müvekkil ve arkadaş camiasının sosyolojik anlamda doğumu ile TCK'nun 220. maddesi anlamında doğumunun birlikte gerçekleştiği ileri sürülmüştür. Bu iddianın doğru olmadığı kesinleşmiş mahkeme kararlarıyla sabittir. Zira yukarıda ifade edildiği üzere 1999 yılında da aynı iddia ile müvekkil ve dosya kapsamındaki birtakım şüpheliler yargılanmış ve SÖZDE YÖNETİCİ OLDUĞU İDDİA EDİLEN KİŞİLERİN DE DAHİL OLDUĞU BİR KISIM SANIKLAR HAKKINDA BERAAT KARARI VERİLMİŞTİR. Bu kararda SUÇ ÖRGÜTÜ KURMA SUÇUNUN UNSURLARININ

OLUŞMADIĞI ifade edilmiş olup bu karar da kesinleşmiştir. Dolayısıyla sözde suç örgütü olduğu iddia edilen bu yapının varlığını, cezai anlamda takipsizlik ve beraat/düşme kararları öncesine taşımak mümkün değildir. CMK'nın 172/2'nci maddesine göre;

 

"Kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verildikten sonra kamu davasının açılması için yeterli şüphe oluşturacak yeni delil elde edilmedikçe ve bu hususta sulh ceza hakimliğince bir karar verilmedikçe, aynı fiilden dolayı kamu davası açılamaz."

 

Anılan hükümden de görüleceği üzere, aynı fiil nedeniyle daha önce verilmiş bir takipsizlik kararı var ise, bu aynı fiilden dava açılması için Sulh Ceza Hakimliği'nden karar alınması gerekliliği bir KOVUŞTURMA ŞARTI'dır. Müvekkil hakkında Suç Örgütü Kurmak isnadı ile daha önce soruşturma yürütülmüş olup bu soruşturma takipsizlik kararı ile neticelenmiştir.

 

Bununla birlikte davanın 17.09.2019 tarihli ilk celsesinde sanıkların sorgusundan


önce tarafımızca CMK'nın 172/2 ve 223/8'inci maddelerine istinaden "DURMA KARARI" verilmesi talebinde bulunulmuş ise de bu talebimiz hukuka aykırı bir şekilde reddedilmiştir. Müvekkile isnat edilen ana suçlama sözde "Suç Örgütü Kurma" suçudur.

 

CMK'nın 223/8'inci maddesine göre ise;

 

"Türk Ceza Kanunu'nda öngörülen düşme sebeplerinin varlığı ya da soruşturma veya kovuşturma şartının gerçekleşmeyeceğinin anlaşılması hallerinde, davanın düşmesine karar verilir. Ancak, soruşturmanın veya kovuşturmanın yapılması şarta bağlı tutulmuş olup da şartın henüz gerçekleşmediği anlaşılırsa; gerçekleşmesini beklemek üzere, durma kararı verilir. Bu karara itiraz edilebilir."

 

CMK'nın yukarıda yer verilen ilgili hükümlerinden de görüleceği üzere aynı fiilden daha önce takipsizlik kararı verilmesi halinde kamu davası açılabilmesi için öncelikle KOVUŞTURMA ŞARTI'nın yerine getirilmesi gerekmektedir. Bu şart yerine gelene kadar da durmak veya beklemek lazımdır.

 

Nitekim müvekkil hakkında da TCK'nın 220'nci maddesinde düzenlenen "Suç Örgütü Kurma" suçlamasıyla daha önce pek çok kez soruşturma yapılmış ve bu soruşturmalar takipsizlik kararı ile neticelenmiştir. Bu açıdan kovuşturmaya yer olmadığına dair kararın usule uygun olarak kaldırılmaması durumunda kamu davasının açılamayacağı tartışmasızdır. Ancak somut olayda olduğu gibi bir şekilde açılmış ve iddianame kabul edilmiş ise CMK'nın 223/8'inci maddesine istinaden DURMA kararı verilerek Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan eksiliğin giderilmesinin istenilmesi ve eksiklik giderilemez ise DÜŞME kararı verilmesi gerekirdi.

 

İDDİANAMEDE AMAÇ SUÇ GÖSTERİLMEMİŞTİR. ÇÜNKÜ YOKTUR.

 

Legal bir örgütlenme (dernek, vakıf, sendika vs} ile illegal bir örgütlenmeyi ayıran yegane  hukuki  özellik  "amaç"  ta  gizlidir.  Legal  örgütlenmenin  amacı  "hak"


kullanmaktır. İllegal örgütlenmenin amacı ise "suç işlemek"tir.

 

Suç örgütünün varlığı için öncelikle ortada bir amaç suçun bulunması zorunludur. Nitekim TCK 220 maddesine göre; "kanunun suç saydığı fiilleri işlemek amacıyla örgüt kuranlar veya yönetenler, örgütün yapısı, sahip bulunduğu üye sayısı ile araç ve gereç bakımından amaç suçları işlemeye elverişli olması halinde, iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır."

 

Hükmün açık ifadesinden de anlaşıldığı üzere suç örgütü kurma suçundan hüküm verilebilmesi için, örgütün yapısının amaç suçları işlemeye elverişli olması gerekmektedir. Dolayısıyla öncelikle örgütün varlığı için işlemeyi amaçladığı bir takım amaç suçlar var olmalı ve örgüt yapısı da bu amaç suçları işlemeye elverişli olmadır. Nitekim Yargıtay da bir grubun suç örgütü olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceğini incelerken, öncelikle amaç suç unsurunun gerçekleşip gerçekleşmediğini incelemektedir.


Müvekkil ve arkadaşlarının bir araya geliş amacı, ortak değerlerini, ortak inançlarını paylaşmak bunları bilimsel, kültürel, sosyal etkinliklerle anlatmaktan ibarettir. Suç işlemek gibi bir hedefleri ve amaçları yoktur. Nitekim iddianamede sözde örgüt iddiasına ilişkin bir amaç suç gösterilmiş değildir. Çünkü yoktur.



İddianamede örgüt olduğu iddia edilen grubun amacı da TCK md. 220'nin aradığı şekilde ortaya konulamamıştır. TCK md. 220 bir örgütün suç işleme amacını taşıması gerektiğini aramışken, iddianame dini birtakım referanslarla müvekkil Adnan OKTAR ve çevresindekilerin dine aykırı birtakım davranışlar sergilediklerini (ki bu da tamamen iddia makamının şahsi yorumudur, bu konuda sunabildiği bir uzman görüşü bulunmamaktadır), dine aykırı davrandıklarını iddia etmiştir.

İddianamenin 32'nci sayfasındaki; "Adnan Oktar Suç Örgütünün Amacı" başlıklı bölümde, sanıkların İslam ahlakını dünyaya yaymak, İslam'ı tebliğ etmek, lüks içinde


bir hayat sürme gayesi gibi nedenlerle bir araya geldiği iddia edilmiştir. Söz konusu iddiaların mesnetsiz olduğu ve cevapları gerekçeleriyle birlikte ayrıca anlatılacaktır.

 

Kaldı ki bu iddiaların doğru olduğunu hayal etsek dahi, bunların hiçbiri kanunun suç saydığı fiiller değildir. Bu durum esasında mevcut birleşmenin suç örgütü olmadığını, legal amaçlarla oluştuğunu da açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim bir suç örgütünün varlığı için suç işleme amacı etrafında fiili birleşme gerekmekte iken, müvekkilin ve arkadaşları için böyle bir birleşmeden bahsetmek mümkün değildir.

 

İddianamenin "Adnan Oktar Suç Örgütünün kuruluşu ve tarihsel gelişimi" başlıklı ilk kısmında, müvekkilin 1979-80 yıllarında henüz öğrencilik döneminde Risale-i Nur çerçevesinde Mehdiyet konulu, evrim ve masonluk karşıtı sohbetler yaptığı dile getirilmiştir. Herhangi bir suç işleme amacının olmadığı burada bizatihi iddia makamınca ortaya konulmuştur. Bu noktada herhangi bir suç unsuru tespit edemeyen savcılık, camilerde yapılan din içerikli sohbetleri dahi örgütsel faaliyet olarak nitelendirmiş ve müvekkilin arkadaş grubuna kendince illegal bir nitelik kazandırmaya çalışmıştır.

 

İddianamenin ilerleyen kısımlarında ise arkadaş grubundan farklı dini anlayış ve yorumlar sebebiyle birtakım kişilerin ayrıldıkları belirtilmiştir. Bu husus dahi tek başına ortada bir suç örgütü değil inanç grubu olduğunu ve bu kişileri bir araya getiren veya ayıran faktörün "inanç birliği" olduğunu ispatlar niteliktedir. Bu demektir ki bu kişiler suç işleme amacı etrafında değil, ortak değerleri paylaşma amacı etrafında birleşmişlerdir.

 

Nitekim Savcılık, hukuki kimliğinin dışına çıkarak imani ve dini literatüre ait konularda kendince tespitler yapmış ve bu kendi tespitlerine mutlak gerçeklermiş gibi iddianamesinde yer vermiştir. İddia makamının, bu sübjektif tespitler üzerinden insanları yargılaması hem gayrı hukuki hem de tehlikeli bir tutumdur. Zira söz konusu tespitlerinin birçoğu da iddia makamının dini konularda bilgisiz olduğunu ortaya koymuş, bu bilgisizlik İslami literatürde bugüne kadar örneği görülmemiş ilginç ve


gerçek dışı kavramların iddianameye geçmesine, yargılananların hayatlarını bu akıllara ziyan kavramlar üzerine kurgulama gayretine, sonuç olarak da anlamsız ve mantık dışı çıkarımlara sebep olmuştur.

 

Bir Cumhuriyet savcısının görevi, şüphelilere isnat edilen fiillerin yürürlükteki hukuk sistemine göre suç teşkil edip etmediğini araştırmaktır. Cumhuriyet savcılığının görevi dini referanslarla iddianame yazmak ve neyin İslam'a aykırı olup olmadığına karar vermek değildir. İslam dininin farklı yorumları ve bu dini benimseyenlerin de birbirlerinden farklı yaşam tarzları olabilir. Cumhuriyet savcılığının bu farklılıkları denetleme ve inceleme görevi ve yetkinliği bulunmamaktadır. Kaldı ki Türkiye Cumhuriyeti anayasası tüm inançları ve uygulamalarını koruma altına almıştır. Bir kimsenin bir diğerini "kendi düşünce ve inancına uymadığı" için suçlu addetme yetkisi yoktur. Türkiye toplumu tek bir inanç grubundan oluşmamaktadır. Sünni, Caferi, Alevi, Bektaşi gibi farklı İslami inançlara sahip vatandaşların her birinin inancı ve uygulaması bir diğerine yanlış gelebilir. Hatta 4 mezhep içinde dahi bir mezhebin helal kabul ettiğini diğeri haram kabul etmektedir. Bu durumda neyi esas alarak birinin inancının doğru diğerinin dejenere olduğuna karar verileceği bir muammadır. Her ne kadar böyle bir karar verilmesi ihtiyacı olmamakla ve her vatandaşın istediğine istediği gibi inanma özgürlüğü olmasına rağmen, böyle bir karar verilecekse bile bunun makamı sayın savcılık makamı değildir. Türkiye gibi çok fazla sayıda farklı inanca sahip insanların yaşadığı bir coğrafyada, tüm vatandaşların bir arada huzur içinde yaşıyor olmalarının garantisi olan anayasanın laiklik ilkesini hiçe sayarak dini yorumlarda bulunulması iddianameyi hukuk zemininden çıkarmıştır. İddianame bazı durumlarda öyle ileri gitmiştir ki, müvekkil Adnan OKTAR ve çevresindekilerin dini' inançlarını sorgulama noktasına varmıştır.

 

Yine iddianamenin pek çok yerinde şüphelilerin güya Türk aile yapısını yok etmek, güya toplumsal değerleri dejenere etmek, güya kendi değerlerini toplumun zihnine işlemeye çalışmak gibi sözde amaçlar taşıdıkları belirtilmektedir. Bu iddiaların hiçbiri doğru olmamakla birlikte, belirtilen bu hususlar da kanunun suç saydığı fiiller değildir.

 

İddianamenin 32'nci sayfasında yer alan "Adnan Oktar Suç Örgütünün Amacı" başlıklı bölümün son kısmında ise, sözde Adnan Oktar suç örgütü olarak ifade edilen yapının 1kanunun suç saydığı iddianamenin ekinde yer alan sevk tablosundaki tüm suçları işlemeyi ve suçun her türlüsünün mübah sayıldığı örgütsel yapının devamını amaçladığı değerlendirilmektedir" şeklinde soyut ve hukukilikten uzak bir ifade kullanılmıştır. Bu durum ise esasında amaç suçun tespit edilemediğini ve dolayısıyla suç örgütünün unsurlarının ortaya konulamadığını göstermektedir.

 

İddianamenin 32. sayfasında, Adnan OKTAR'ın sözde 'Mehdi' olduğu inanışı çerçevesinde, temel olarak bütün dinlerin lideri olduğu ve deccala karşı, Hz. İsa ile birlikte insanlığa liderlik edeceği, sözde Mehdi talebelerinin de örgüt mensuplarının

bu kutsal savaşta onun yanında yer alacakları, dünyadaki bütün insanların liderliğini yapacağı ve bunun için zemin hazırlayacak kişilerin, zamanı geldiğinde kendisinden Devletin başına geçmesini talep edecekleri' hedefleriyle eylemlerini gerçekleştirdikleri anlaşılmıştır” denilmektedir. Bu iddiaların hiçbir doğruluğu olmamakla birlikte, sözde örgütün amacının bu şekilde hukuki dayanaklarla değil, dini referanslarla ortaya konulması iddia makamının müvekkil ve arkadaşları hakkında suç teşkil eden somut hiçbir fiili tespit edemediğini ortaya koymaktadır. {İddia makamının Mehdilik konusundaki tüm ithamlarına ayrıca cevap verilmiştir.)

 

İddia makamı daha da ileri giderek yine örgütün geçirdiği başkalaşımlar ile dönemsel farklılıklar gösterdiği tespit edilmiştir. Bu kapsamda ilk yıllarında Yahudilik ve Masonluk karşıtlığı ile faaliyetlerine başlayan örgütün, ilerleyen süreçte mehdilik benzeri inanca sahip Masonlar, Tapınak Şövalyeleri, İsrailli Hahamlar ile temaslarını güçlendirerek, bu toplulukların Dünya çapındaki nüfuzundan faydalanmayı ve şartların olgunlaşıp, zamanının tam olarak geldiği kanaatine sahip olduğunda, sözde 'Mehdi' sıfatıyla ülke yönetiminde söz sahibi olmayı amaçlamıştır" (İddianame s. 33} ifadelerine yer vermiştir.


Masonluk yasadışı bir faaliyet değildir. Yine İsrailli Hahamlar ile görüşmek de suç değildir. Tapınak Şövalyeleri ise, tarihe karışmış Hristiyan bir tarikattır. "Mehdi sıfatıyla ülke yönetiminde söz sahibi olmak" iddiası hukuki bir değerlendirilmesinin yapılması mümkün olmayan, gerçek üstü ve gayri ciddi bir iddiadır. Bu iddia aynı zamanda iddia makamının dini bilgisinin yetersizliğini bir kez daha gözler önüne sermektedir. Zira, İslami kaynaklara göre Mehdilik siyasi bir makam değildir. Yine hadislerde aktarılan bilgilere göre Mehdi'nin devlet yönetimini ele geçirmek gibi bir amacı yoktur, tam tersine hadislerde Mehdi'nin zorla başa geçirilmek istendiği anlatılmaktadır. Dolayısıyla "Mehdiyet düşüncesiyle devleti ele geçirmek" iddiası kendi içinde çökmüş, mantık dışı bir iddiadır.

 

Tüm bunların yanı sıra müvekkilin Mehdilik iddiası olmadığına dair somut beyanları, Mehdi görünümü vermeyen hayatı, yargılananların Mehdi beklentisi ile bir arada olmadıklarını ifade etmeleri ve daha da önemlisi müvekkil ve arkadaşlarının 40 yıllık kültürel faaliyetleri boyunca siyasi hiçbir faaliyet içinde yer almamış olmaları da iddia makamının bu anlatımlarını bir komplo teorisinden öteye götürmemektedir. Eğer müvekkil veya arkadaşları siyasi beklenti içinde olsa bunu siyasete atılarak, devletin farklı kurumlarında çalışarak, bürokrasi içinde yer alarak kolaylıkla yapabilecek yetenek, eğitim ve kalitede insanlardır. Böyle bir ihtiyaç hissetmedikleri ve iddia makamının sandığı gibi bunu cazip de bulmadıkları için siyasi bir faaliyet ve beklenti içinde olmamışlardır.

 

Yargıtay 16. Ceza Dairesi'nin 29.04.2019 tarihli ve 2017/2056 E. ve 2019/2679 K. Sayılı ilamında; "...suç örgütü kavramının ne olduğu unsurlarının ve tespiti, önemli olduğu kadar hangi suçların suç örgütünün amacı ve faaliyeti kabul edileceği veya edilemeyeceğinin belirlenmesi gerekir" denilerek amaç suçların tespit edilmesi mecburiyetinden bahsedilmektedir.


Bu kapsamda herhangi bir amaç suç olmadığından dolayı suç işleme amacıyla kurulmuş bir örgütten bahsedilemeyecektir. Etkin pişmanlıktan yararlanan sanıkların ve camia içerisinde uzun yıllar bulunup daha sonra müşteki olarak değerlendirilen kişilerin beyanlarında da amaç suçun gösterilmemiş olması, iddianamede savcılığın yaklaşık üç yıl süren uzun bir soruşturma sonunda bile amaç suçu belirleyememiş olması, ortada bir suç örgütünün varlığından bahsedilmesinin mümkün olmadığını gösterir niteliktedir.

 

Kaldı ki iddianame eki sevk tablosuna bakıldığında sözde örgüt tarafından işlendiği iddia edilen hürriyeti tahdit, eğitim öğretim hakkının engellenmesi, cinsel saldırı, mal bildiriminde bulunmama, eksik mal bildiriminde bulunma, hakaret vs. suçlarının amaç suç olamayacağı açıktır. Zira dünyanın hiçbir yerinde bu tür amaçlarla bir araya gelen bir suç örgütlenmesi yoktur. Bu amaçlarla örgütlenmenin mantığı da yoktur.

 

İddianamenin 11'nci sayfasında ise sözde örgütün suç işleme kastı çerçevesinde illegal ekonomik kazanç elde etme amacının bulunduğu soyut biçimde ifade edilmiş ancak iddianamede illegal ekonomik kazancın ne şekilde elde edildiğini gösteren bir anlatım veya delil ortaya konulmamıştır.

 

Zira sevk maddesi olarak gösterilen TCK 282. maddesindeki "Suçtan Kaynaklanan Malvarlığı Değerlerini Aklama" suçunun yalnızca dosya kapsamındaki tek bir sanık yönünden işlendiği iddia edilmiş, sözde yönetici olduğu iddia edilen sanıklara ise bu suç yönetici oldukları gerekçesiyle izafe edilmiştir. Bu grubun amacı illegal ekonomik kazanç elde etme idiyse, bu suçun devamlılık ve yaygınlık arz etmesi gerekirdi. EĞER DOLANDIRICILIK, KARA PARA GİBİ EKONOMİK SUÇLARIN İŞLENMESİ İÇİN GRUP İÇİNDE KOLEKTİF BİR KABUL VE UYGULAMA BULUNSAYDI, O ZAMAN GRUP ÜYELERİNE AİT TÜM ŞİRKETLERİN (86 ŞİRKET), ÇOK SAYIDA BENZERİ YASADIŞI


GİRİŞİMLERİNİN OLMASI GEREKİRDİ. Ancak incelemesi yapılan 86 şirketin hiçbirinde dolandırıcılık ya da başkaca ekonomik bir suça rastlanmaması bu iddianın geçersiz olduğunu ispatlamıştır.

 

Tüm sanıklarca amaç suçun benimsenmiş olması gerekmekte iken, amaç suç olarak ifade edilen bu suçların benimsendiğini gösteren tek bir delil dosyada mevcut değildir.

 

Ekonomik suçların diğer şüphelisi Özkan MAMATİ'nin ise aynı suçların faili olmasına rağmen dosyasının ayrılması da savcılık makamının ekonomik suçları amaç suç olarak ele almadığını ortaya koymaktadır. Zira savcılık makamınca aynı suçlardan şüpheli konumundaki Özkan MAMATİ'nin dosyası 20.06.2019 tarihli ayırma kararı ile "evraklar arasında hukuki ve fiili irtibat bulunmadığı gerekçesi" ile tefrik edilmiştir. Anlaşılmaktadır ki savcılık da örgüt kapsamında ekonomik suç işlendiğini iddia eden Özkan MAMATİ'nin beyanlarını yeterli görmeyerek dosyasını ayırmıştır. Yargılama boyunca delilleriyle ortaya koyulduğu üzere Özkan MAMATİ'nin iddia edilen bu suçları bireysel olarak işlediği açıktır. Zira bu şahsın dahli olmadan işlendiği iddia edilen iddianame kapsamında hiçbir ekonomik suç bulunmamaktadır. Kendisi de emniyet ifadesinde ekonomik suçların kendi organizatörlüğü içinde işlendiğini iddia etmektedir. Bu durum ise ekonomik suçların varlığı halinde suçun Özkan MAMATİ tarafından bireysel olarak işlendiğini ortaya koymaktadır.

 

Yargıtay 8. Ceza Dairesi'nin 26.11.2001 tarihli ve 2001/14218 Esas ve 2001/16512 K. Sayılı kararında; "Sanıkların tehdit ve şantaj yoluyla haksız çıkar sağlamak amacıyla örgütlendiklerinin kanıtlanmadığı, ancak bir olaya özgü olarak tek bir kişiye yönelik gasp eylemlerinin 4422 sayılı Yasanın 1. maddesinde tanımlanan suçu oluşturamayacağından mahkemenin kabulünde bir isabetsizlik görülmemiş bulunmakla" diyerek bireysel eylemlerin suç örgütü delili olarak işlendiğinin kabul edilemeyeceğini ortaya koymuştur.

 

Diğer yandan sanıkların infak adı altında getirdiği iddia edilen paralar ise sanıkların yasal miras payı ve kendi kazançları olup illegal olarak elde edilen bir kazanç söz


konusu değildir. Buna karşın hukuken yasal hakları olan miras paylarını gönüllü olarak harcama hakkına sahip olan sanıkların, bu tür fiilleri dahi iddianamede suç olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Kaldı ki sanıklar zaten iddia edilen tarzda bir "infak" işleminde bulunmadıklarını, aile miraslarını kimseye aktarmadıklarını da beyan etmişlerdir. Sanıkların çalışarak elde ettikleri kazançları üzerindeki tasarrufları sadece kendilerini ilgilendirmekte olup, bir ceza yargılamasının konusu değildir.

 

Aynı şekilde sanıkların amaç suçları olarak ifade edilen kaçakçılık, dolandırıcılık, şantaj vs. gibi iddia edilen eylemler de bireysel boyutta kalmış asılsız suçlamalar olup işlendiklerine dair tek bir delil getirilememiştir, kaldı ki bu suç iddialarının kollektif biçimde işlendiği de ispat edilememiştir.

 

Yine TCK'nın 220. maddesinin gerekçesinde suç örgütünün amaç suçları işlemede kolaylık sağladığından bahsedilmektedir. Buna karşın iddianamede amaç suç olarak gösterilen hangi suçun, iddia edilen sözde suç örgütünün sağladığı kolaylıktan yararlanılarak işlenildiği de gösterilmemiştir. Aslında bu da normaldir çünkü böyle bir şey yoktur.

 

Bu bağlamda, Savcılığın bu hatalı değerlendirmelere karşı akla ilk gelen şu gibi soruların dahi cevabının dosya kapsamında bulunmadığını görmekteyiz:

 

·               Müvekkil ve arkadaşları 40 yıldır birkaç tane kıza tacizde bulunmak için mi bir araya gelip dünya çapında ses getirecek bu denli faaliyetlerle geceli gündüzlü uğraşmaktadırlar?

·               Türkiye'de kız arkadaş edinmek bu derece zor mudur?

·               Müştekilerin tamamı müvekkilin arkadaşlarının iş güç sahibi, iyi eğitimli, yakışıklı ve modern görünümlü insanlar olduğunu söylemektedir. Bu özelliklere sahip insanlar, birkaç tane kızı taciz etmek için bir suç örgütü kurmaya ve güya bu örgüt kapsamında bu kadar risk almaya neden ihtiyaç duymuş olsunlar?

·               Belli bir maddi imkana sahip olduğu söylenen bu insanlar dosyadaki sözde mağdur ve müştekilerden çok daha güzel ve çok daha farklı özelliklere sahip


kadınlarla sorunsuz bir şekilde birlikte olabilecekken neden böyle imani faaliyetler yapma ihtiyacı hissetsinler? Neden geceli gündüzlü kültürel faaliyet yapmaya, şehir şehir gidip konferanslar sergiler düzenlemeye, günde 10-12 saat süren canlı yayınlar yapmaya, tüm bu faaliyetler için bilgisayar başında saatlerce konu araştırmaları yapmaya zaman ve enerji harcasınlar? Üstelik tüm bunlar için kendi imkanları dahilinde masraflar yapmayı göze alsınlar?

·               A9 TV'nda yayınlanan canlı yayınlara birçok ajanstan yerli yabancı çok sayıda model bayan katılmıştır. Müvekkilin arkadaşlarının sahibi oldukları şirketlerde yanlarında çalışan çok sayıda insan olmuştur. Tek ve yegâne amacı sözde "taciz" olan bir sözde örgüt mensupları neden bu insanlara karşı en ufak bir saygısızlık yapmamıştır? Üstelik dosyada kendini mağdur olarak lanse eden bayanlardan çok daha gösterişli özelliklere sahip bu insanlardan neden bugüne kadar bu yönde tek bir şikayet dahi gelmemiştir?

·               Bu insanlar neden birkaç tane kızla beraber olmak için müştekilerin deyimiyle "turnike" adında mantıksız çarpık ve hayali bir sisteme ihtiyaç duysunlar?

·               Eğer ki bu sözde örgüt, iddianamede sayılan sözde cinsel saldırıları işlemek için bir araya gelmiş ve tüm amacı bu eylemleri gerçekleştirmek ise; neden birkaç kişi dışında diğer kişilere yönelik böyle bir isnat bulunmamaktadır?

·               Eğer bu sözde örgütün ana amacı cinsellik ise anal ilişki gibi insan dışkısıyla doğrudan muhatap olmayı gerektiren son derece pis, tiksinti verici, sağlık riski taşıyan ve zor bir yöntem tercih edilmesinin nasıl bir mantığı olabilir?

·               Anal ilişkinin ve zinanın haram olduğunu ilk okul çağındaki çocukların dahi bildiği bir ülkede herhangi bir kadını özellikle de müşteki profilindeki gibi üniversite eğitimli, İstanbul gibi bir metropolde yaşayan, sosyal hayatın içinde olan kadınları "dini telkinle" bu ilişkiye ikna etmek mümkün müdür?

·               Böyle bir telkinle bir kadını anal ilişkiye üstelik de seri halde birçok erkekle anal ilişkiye ikna edebilmek diye bir şey söz konusu olabiliyorsa bu yöntem neden yaygın olarak kullanılmamaktadır? {İstenildiği takdirde iddia makamı tarafından sosyal bir deney olarak 100 kadına bu teklifte bulunup neticeler değerlendirilebilir.)


·               Tüm sözde örgüt üyelerinin bu sözde amaç suç doğrultusunda uğraş vermesi gerekirken neden çoğu insanın sözde cinsel saldırı eylemlerini gerçekleştirmek için bir çabası veya bir girişimi olduğuna dair somut bir iddia/delil bulunmamaktadır?

·               Sözde hiyerarşi içerisindeki emir-talimat ilişkilerinde neden bu sözde amaç suça yönelik bir emir-talimat trafiği dosyada bulunmamaktadır?

·               Neden sözde mağdur/müştekiler birkaç kişi dışında hiç kimseyi tanımamış ve neden birçok kişiyi hayatlarında bir kez dahi görmemiştir?

·               Yıllara yayılmış bir süreç içinde sözde tacize, tecavüze, darpa, şiddete maruz kalan kadınların ailesi, yakınları, iş arkadaşları, komşuları, uğradıkları market, gittikleri eczane vb tek bir kişi bile nasıl olmuş da bu kadınlardaki anormalliği görememiştir?

·               Herkesin elinde akıllı telefonun bulunduğu bir dünyada şiddete ve tacize uğradığını iddia eden bunca kadının nasıl olup da tek bir tanesi bile bu iddialarını destekleyecek tek bir kare fotoğraf dahi çekememişlerdir?

·               Yaklaşık 2,5 yıl boyunca yapılan tüm teknik takipler neticesinde neden bir sözde yöneticinin emir verdiğine ve bu emrin de uyguladığına dair tek bir tane bile somut delil bulunmamaktadır?

·               Yaklaşık 2,5 yıl boyunca yapılan teknik takipler neticesinde güya böylesi tehlikeli bir sözde örgüt hiç mi amaç suçu doğrultusunda bir suç eylemine girişmemiş ki, bu sözde örgüt mensuplarına herhangi bir cinsel saldırı eylemi esnasında suçüstü yapılmamıştır?

·               Müvekkil ve arkadaşları hemen her gün 10-12 saat süren ve adresi herkesçe bilinen bir stüdyoda canlı yayınlar yapmaktayken ve iddialara göre sözde örgüt üyeleri tarafından buraya güya bayanlar getiriliyor ve güya cinsel saldırılara maruz kalıyor ise; yaklaşık 2,5 yıldır neden bir tane bile tespit edilememiştir?

·               Hepsinden önemlisi iddianameye göre yıllar içine yayılan bir süreçte sistemli olarak sürekli tacize ve tecavüze uğrayan kadınlar varsa bunlardan biri bile bunca yıl içinde neden tek bir tane dahi tecavüzü ispatlayacak delili ilgili makamlara sunmamıştır?


Görüldüğü üzere akıllara ilk gelen birkaç soruyla birlikte bile müvekkil ve arkadaşlarına zoraki gerekçelerle isnat edilmeye çalışılan sözde amaç suçların aslında ne kadar mantıksız olduğu anlaşılmaktadır.

 

SUÇ ÖRGÜTÜ BAĞLAMINDA HİYERARŞİK YAPILANMA YOKTUR.

 

İddianamede soyut müşteki/mağdur beyanları esas alınarak; "Yöneticiler", "İmam Kardeşler-İmam Bacılar", "Bacılar", "Kardeşler", Kız Kardeşler" gibi bir hiyerarşinin varlığından bahsedilmiş ise de örgüt suçlarında aranan altlık-üstlük ilişkisi ortaya konulamamıştır. Kimin kimden talimat aldığı, kime rapor verdiği belirtilememiştir, çünkü tamamı çok samimi arkadaşlardan oluşan camiada böyle bir durum hiç olmamıştır. Yaklaşık 4 bin sayfalık iddianamenin tek bir yerinde bile, 2 yıllık fiziki takip ve telefon dinleme kayıtlarına rağmen, bir kişinin diğerine bir eylemi yapması için verdiği bir talimat bulunmamaktadır.

 

Tam tersine tüm diyaloglar iki arkadaş arasındaki olağan üslup içerisindedir. Her ne kadar hukuka aykırı elde edilmiş olduğundan tüm dijital materyaller, tapeler ve sözde yazışmalar yargılananlar tarafından reddedilmiş olsa da, örneğin Sinem Hacer Tezyapar soruşturma dosyasında yer alan tapelerinde ve Whatsapp yazışmalarında, üyelik iddiasıyla yargılanan bir sanıktan bir şey isteyeceği zaman büyük bir nezaketle rica etmekte, üstelik uygun olup olmadıklarını sormakta, buna karşılık sanık da başka işi olduğunu söyleyerek sözde yönetici Sinem Tezyapar'ın talebini geri çevirmektedir. Bu örnekleri dosyada mübrez yüzlerce delil ile detaylandırabiliriz.

 

Böyle bir uygulama, hiçbir suç örgütü hiyerarşisinde görülemez, çünkü suç örgütünün işleyebilmesi için astların üstlere harfiyen itaati şarttır. Kaldı ki, burada bahsi geçen sanık Sinem Tezyapar'ın isteği de bir suç işlenmesi yönünde değil, yurtdışından gelecek bir misafirin havaalanından karşılanması yönündedir. Ne yazık ki iddia makamı, bu tarz günlük faaliyetlerin tamamını sözde suç faaliyeti olarak göstermeye çalışmıştır.


Aynı durum müvekkil Adnan Oktar içinde geçerlidir. Müvekkilin herhangi bir kişiye verdiği talimat veya emre dair hiçbir belge, delil, bulgu yoktur. 4 bin sayfalık iddianamenin hiçbir yerinde, on binlerce sayfalık ek dosyaların hiçbir cümlesinde müvekkilin herhangi bir kişiye bir emri, talimatı, yönlendirmesi bulunmamaktadır. Buna dair tape yoktur, yazışma yoktur. Somut veri yoktur. Emniyet tarafından uzun yıllar süren araştırmalar sonucunda bu yönde tespit edilmiş bir delil bulunmamaktadır. Çünkü böyle bir hiyerarşi yoktur.



 

İddianamede isim bazında ayrıma gidilerek sözde örgütün bir, iki ve üç numarası ile diğer sözde yöneticileri ayrımına gidilmiştir. İddianamede örgütlenme şeması olarak gösterilen her iki tablo, yalnızca soyut ve mesnetsiz müşteki/tanık beyanları esas alınarak oluşturulmuş bir tablo olup bu şemayı doğrulayacak en ufak bir somut delil yoktur. TCK 220. maddesine göre olması gereken bir altlık üstlük ilişkisi mevcut değildir.

 

Dahası iddianamede yer alan bu sözde yönetici tablosu hiçbir müşteki veya etkin pişman sanık tarafından dile getirilmemiştir. Emniyet sorgusunda şüphelilere yöneltilen sorularda yer alan sözde örgütün sözde yönetici şeması ile iddianamedeki sözde yönetici şemasının hiçbir bağlantısı yoktur. Fezlekede yer alan sözde örgütün hiyerarşik yapısı bambaşkadır. En son aşamada esas hakkında mütalaada sözde örgütün hiyerarşik yapısı yine değişmiştir. İddia makamının hangi bilgi ve bulguya dayanarak böyle bir şema oluşturduğu ve sürekli değiştirdiği ise meçhuldür.

 

Zira iddianamede yer alan ÖRGÜT ŞEMASI KONUSUNDA MÜŞTEKİLER ARASINDA DA TAM BİR ÇELİŞKİ VE DERİN BİR UYUŞMAZLIK VARDIR. Müştekilerin birinin "kız kardeşler" grubunda dediği kişiye diğer müşteki "yöneticiler" grubunda bir diğeri ise "imam bacılar" grubunda diyebilmektedir. Hatta aynı müştekinin iki farklı tarihte


verdiği ifadesinde bile aynı sanık farklı kategorilerde zikredilebilmiştir.

 

İfade veren ve her biri en az 15-20 yıl (bazıları 30 yıl} boyunca camianın içerisinde kesintisiz olarak yer aldığını iddia eden husumetli müştekilerin ve etkin pişman sanıkların hemen hepsi için, güya çok önemli pozisyonlarda yer aldıkları, güya müvekkilin "sağ kolu" veya "sol kolu" oldukları, güya müvekkilin en yakınındaki isimler oldukları, hatta güya veliaht oldukları vs iddia edilmiştir.

 

Ancak her nedense müştekiler ve etkin pişman sanıkların hepsi, birbirinden tamamen farklı bir "hiyerarşi" tarif etmişlerdir. Bu kişiler verdikleri ifadelerinde çok farklı ve çelişkili hiyerarşik yapılardan bahsetmişlerdir.

 

-Her müşteki, 1. derece yönetim ile 2. derece yönetimin farklı kişilerden oluştuğunu iddia etmişlerdir.

 

-Her müşteki grup hiyerarşisi içerisinde farklı "imamlık" kurumlarının olduğunu belirtmişler ve her imamlığın farklı kişilerden oluştuğunu iddia etmişlerdir. Bir müştekinin var olduğunu söylediği imamlık diğer müştekiler tarafından hiç zikredilmemiştir. Örneğin; "Emniyet imamı", "Adliye İmamı", "Alışveriş imamı", "Para İmamı", "Wireless İmamı", "Teknik İşler İmamı" "Yurt Dışı İmamı" vs.

 

-Müştekilerin büyük bir çoğunluğu, sözde örgütün sözde 2 ve 3 numarası oldukları iddia edilen sanık Tarkan Yavaş ve sanık Ulviye Didem Ürer'in dahi yönetim hiyerarşisi içerisinde yer aldığını belirtmemişlerdir.

 

Tüm müşteki ve etkin pişman sanıkların tam bir mutabakat içinde olmaları beklenen sözde "yönetici kadrosu" içinde dahi çok büyük çelişkili ve tutarsız ifadeler yer almaktadır. Birkaç örnek vermek gerekirse;

 

Ana iddianamede YÖNETİCİ OLARAK YER ALAN 12 KİŞİNİN BİRLİKTE İSMİNİ VEREN BİR TANE BİLE MÜŞTEKİ/ETKİN PİŞMAN SANIK BULUNMAMAKTADIR. Aynı şekilde

ek iddianame ile yönetici olduğunu iddia edilen F. Ceyda Ertüzün ve A. Hüma


Babuna'nın da ismini veren hiç kimse yoktur.

 

İddianamede; özellikle 12 yönetici seçildiği çünkü bu rakamın dini bir karşılığı olduğu iddiası yer almaktadır. Fakat sadece Ramazan Manay ve Seçim Köse ifadelerinde 12 yönetici olduğunu iddia etmiştir ancak onlarda iddianamedeki kişilerin değil başka kişilerin isimlerini söylemişlerdir. Diğer ifadelerde ise herkes birbirinden farklı rakamlar vermiştir. Şöyle ki;

 

10'dan az yönetici olduğunu söyleyenler                         6 kişi

 

10 ile 15 yönetici arasında rakam verenler                      7 kişi

 

15 ile 25 yönetici arasında rakam verenler                      8 kişi

 

25 ile 35 yönetici arasında rakam verenler                     4 kişi 35'ten fazla yönetici olduğunu söyleyenler                                 4 kişi

İddianamede sözde örgütün iki numaralı kişisi olarak adı geçen ULVİYE DİDEM ÜRER'İN İSMİNİ SADECE 3 KİŞİ YÖNETİCİLER ARASINDA SAYMIŞTIR Bu kişiler İsmail

Erol Yılmak, Seçim Köse ve Murat Terkoğlu'dur

 

İddianamede yönetici olarak geçen Sinem Tezyapar'ın ismini sadece 5 kişi vermektedir. Bu kişiler Ayça Pars, Altuğ Eti, Adnan Tınarlıoğlu, Serpil Ekşioğlu ve Çağla Teker'dir. Ancak bu kişilerin hepsi Sinem Tezyapar'ın sözde görev tanımı hakkında farklı bilgiler vermektedirler.

 

Sinem Tezyapar iddianamede sözde "yurt dışı lobi faaliyetlerinden sorumlu yönetici" olarak yer almaktadır. Ancak dosyada mevcut ifadelere göre kimsenin böyle önemli bir yönetici ve görevi hakkında bir beyanda bulunmadığı görülmektedir.

 

Benzer bir durum Aylin Atmaca içinde geçerlidir. Aylin Atmaca'nın güya "yurt içi faaliyetlerden sorumlu" olduğu iddiası bulunmaktadır. Ancak, 29 etkin pişman


sanıktan sadece 8 tanesi ismini yöneticiler arasında saymaktadır. Hatta etkin pişman Emre Kutlu ise "imam bacı ama işi ne bilmiyorum" demektedir.

 

İddianamede sözde yönetici olarak yer alan diğer kişilerin isimlerini ise birçok etkin pişman sanık/müşteki, yöneticiler arasında saymamıştır. Şöyle ki;

 

Bora Yıldız'dan bahsetmeyenler                                       16 kişi Halil Hilmi Müftüoğlu'ndan bahsetmeyenler                           12 kişi Merve Büyükbayrak'dan bahsetmeyenler                                   14 kişi

Alev Babuna'dan bahsetmeyenler                                    12 kişi

 

İbrahim Tuncer'den bahsetmeyenler                                 9 kişi

 

Yeliz Sucu'dan bahsetmeyenler                                         12 kişi

 

Noyan Orcan'dan bahsetmeyenler                                   12 kişi

 

Seral Köprülü'den bahsetmeyenler                                  11 kişi

 

Dosyadaki mevcut ifadelerde 5 ETKİN PİŞMAN SANIĞIN SÖZDE YÖNETİCİ OLDUĞU İDDİA EDİLMEKTEDİR. Şöyle ki;

 

Ece Koç hakkında                             11 kişi Murat Develioğlu hakkında                          5 kişi Ayça Pars hakkında                                     6 kişi

Altuğ Eti hakkında                              3 kişi

 

Burak Abacı hakkında                      2 kişi

 

Serdar Dayanık hakkında                3 kişi yönetici olduklarını iddia etmiştir.


Müşteki ve etkin pişman sanıklar arasında iddianame ile çelişen ve sadece bir kişinin ifadesinde geçen sözde yönetici ve imamlık iddiaları yer almaktadır. Örneğin;

 

Bahar Bayraktar                   Uğur Örmen için; Yabancı kız getiren imam Uğur Şahin                                      Emre Bukağılı için; Adliye İmamı

Özkan Mamati                      Fatih Kılıç için; Adliye İmamı

 

Emin Koç                               Orhan Mazıcı için; Hukuk İmamı

 

Emre Teker                            Ali Sadun Engin için; İmam Ceyhun Gökdoğan               Burak Abacı için; İmam

Emre Kutlu                            Ayça Gökçaylar için; İmam Bacı

 

     Emre Ertüzün                       Yasemin Mert, Özlem Yörük ve Hatice Ural için; Kız kardeşler imamı

 

    Tülay Aslan                             Ali Suat Kütahnecioğlu için; Bilgisayar ve Teknik Sorumlu imam, Fatih Menet için; İmam


Halbuki müvekkil ve arkadaş çevresi gibi, çok az sayıda ve on yıllardır beraber olan bir arkadaş topluluğu içerisinde iddia ettikleri gibi bir hiyerarşi olsaydı güya var olduğu iddia edilen bir yapılanmanın eksiksiz ve tam doğru olarak bilinmesi ve bu konuda verilen tüm ifadelerin birbiriyle mutabık olması beklenirdi.


Ancak böyle bir uyumun olmamasının tek ve gerçek bir izahı vardır; ortada bir hiyerarşi yoktur. Müştekiler husumet duyduğu ve kendilerince cezalandırmak istedikleri kişileri hayali bir hiyerarşik yapının içerisine sokarak bu kişilerin isimlerini vermişlerdir.

 

Nitekim  müştekiler  polis  operasyonunun  aylar  öncesinde  müvekkilin  birçok


arkadaşına sosyal medya üzerinden "seni de listeme aldım, kafayı taktım sana, seninle özel ilgileneceğim, kara listeme girdin, hepiniz altınıza bırakacaksınız, paçanızdan bırakacaksınız, bir gece kapınızdan donla aldıracağım sizi" şeklinde tehditler yapmışlar ve sonrasında bu kişilerin isimlerini bu hayali yapılanmanın içine ekleyerek tutuklanmalarını sağlamışlardır. Bahse konu sosyal medya paylaşımları dava dosyasında mübrezdir.

 

Yine iddianamedeki şikayetçilerin ve etkin pişmanlıktan yararlanan şahısların beyanları incelendiğinde hiyerarşi şemasının sürekli değiştiği görülmektedir. Nitekim 2017'deki ilk şemada yalnızca bayanlar hiyerarşi şemasında gösterilmiş iken sonraki şemalarda erkekler de yer almaktadır. Örnek vermek gerekirse sanık Halil Hilmi MÜFTÜOĞLU önceki şemalarda hiç yer almaz iken, ikinci şemada 2. derecede, üçüncü şemada ise güya en tepe yöneticiler arasında gösterilmektedir.

 

İddianamede ortaya konan sözde örgütün hiyerarşik yapısı ile emniyet fezlekesinde çizilen hiyerarşik yapı birbirinden tamamen farklıdır. Emniyet fezlekesinde sadece soyut ifadelere dayalı bir hiyerarşik tablo gösterilmiştir. Savcılık ise soruşturmayı yürüten emniyet birimlerden farklı hiçbir araştırma yapmamıştır. Ancak buna rağmen emniyet fezlekesi ile iddianamenin hiyerarşi tablosu 180 derece farklıdır. Bu farkın neden kaynaklandığı da iddianamede açıklanmamıştır.

 

Öte yandan müvekkil ve arkadaşlarının yıllar boyunca yaptıkları ilmi ve kültürel faaliyetlerin büyüklüğü ve önemi düşünüldüğünde kendi içlerinde bir iş bölümü olması gayet doğaldır. Ancak bu bölümü sadece yardımlaşma ve dayanışma temelli olup emir-komuta sistemi değildir. Cezai anlamda suç örgütlerinde aranan bir hiyerarşik yapının gereği değildir. Nitekim müvekkil ve arkadaşlarının faaliyetleri talimat gereği değil, vicdan gereği yapılan, iyi ve güzel ahlaka dair faaliyetlerdir. Sanıkların huzurdaki beyanlarında da ifade ettikleri üzere, "güzel ahlak ve iyilik talimatla olmaz".

 

Bunun aksinin iddia  edilmesi durumunda, toplumda herhangi bir konuda


örgütlenmiş sivil toplum yapılarında veya gönüllülük esaslı tüm faaliyetlerde kendiliğinden ortaya çıkan yardımlaşma ve dayanışma ilişkisini de örgütsel hiyerarşi kapsamında değerlendirmek gerekecektir ki bu da hukuk ile bağdaşır bir uygulama olmayacaktır.

 

Zira iddianamede tam da bu yönde bir eğilim izlenmiş ve bir amaç suç ortaya koyamamanın doğurduğu boşluk, tartışmayı "hiyerarşi" üzerinde toplayarak kamufle edilmeye çalışılmıştır. Sırf müvekkil ile arkadaşlıkları çok eskilere dayanan ve bu legal birleşmede yer alarak faaliyet gösteren birtakım sanıklar, yalnızca müşteki/tanık beyanları ile cezai anlamda hiyerarşiye tabi tutularak sözde yönetici gibi gösterilmiştir. Bu hiyerarşi iddiası 1999 ve 2006 yılındaki davalarda da benzer şekilde kullanılmış ancak yargılamalar beraat ile sonuçlanmıştır.

 

Yargıtay 16. Ceza Dairesi de 27.05.2019 tarihli ve 2017/688 E. 2019/3416 K. sayılı kararında; "bir suç örgütünün varlığı için; hiyerarşik yapılanmanın amaç suçları işlemede devamlılığını gösteren somut delillere, örneğin emir-komuta zincirini ortaya koyan temel yapılanma, buna ilişkin şüpheli sanık ve tanık beyanları ve/veya telefon, ortam dinleme kayıtları ile teknik araçlarla tespit edilen veriler gibi NET BULGULARA ULAŞILMALIDIR. Yalnız yasal düzenlemelerin tekrar ve yorumu ile suç örgütünün varlığı kabul edilemez" denilmiştir. Dava konusu dosyada ise bu NET BULGULAR mevcut değildir. Hatta herhangi bir bulgu da mevcut değildir.

 

Yine Yargıtay 5. Ceza Dairesi'nce verilen 05.04.2018 tarihli ve 2016/9917 Esas ve 2018/2613 K. sayılı ilamda hiyerarşinin ne şekilde olacağı açıklanmış olup buna göre;

 


"Belirli bir amacı gerçekleştirmeye yönelmiş ve bu amaca uygun belirli bir büyüklüğe ulaşmış örgütlerin idaresini kolaylaştıran ve bu örgütleri ayakta tutup iş bölümü, süreklilik, disiplin gibi olguların sağlayıcısı olan hiyerarşik ilişkinin; suç örgütlerinin büyüklükleri ile işlemeyi amaçladıkları suçlara ve bu suçların niteliklerine, KURUCU VE YÖNETİCİLERİ İLE ÜYELERİNİN AİT OLDUKLARI GELİR GRUPLARI, EĞİTİM DÜZEYLERİ VE MESLEKİ  DURUMLARI  GİBİ  HALLERİNDEN  KAYNAKLANAN  NİTELİKLERİNE  VE SAYILARINA, BUNLARIN BİRBİRLERİYLE OLAN ÖRGÜTSEL İLİŞKİ DIŞINDAKİ HEMŞEHRİLİK, AKRABALIK VE MESLEKİ BERABERLİK GİBİ DİĞER İLİŞKİLERİNİN BİÇİM

VE NİTELİKLERİNE, faaliyetlerinin gizlilik içerisinde ve örtülü bir biçimde yürütülmesindeki zorunluluğa uygun olarak kurulup yürütüleceği ve örgüt adına suç işleyenler ve örgüte yardım edenler ile ilişkilerin de aynı esaslar üzerinde gerçekleştirileceği, bir suç örgütünün varlığı için hiyerarşik yapılanmanın amaç suçları işlemede devamlılığını gösteren somut deliller, emir-komuta zincirini ortaya koyan temel yapılanma buna ilişkin şüpheli sanık ve tanık beyanları ve/veya telefon, ortam dinleme kanıtları ile teknik araçlarla tespit edilen verilere ve net bulgulara ulaşılması gerektiği, SUÇ ÖRGÜTÜ BASİT BİR YAPILANMA OLMADIĞINDAN, BİRKAÇ KİŞİNİN TELEFON KONUŞMALARINDA LAKAP, ÜSTÜ KAPALI VE/VEYA YÜZ YÜZE KONUŞMA VE BULUŞMA KONUŞMALARININ, ÖRGÜT ŞEMALARI, SADECE İLETİŞİM TESPİT BİLGİLERİ, KİMİ NE KADAR SÜRE VE SIKLIKLA ARADIĞI GİBİ TESPİTLERİN TEK BAŞINA HİYERARŞİK

YAPIYI ORTAYA KOYMAYACAĞI, sadece yasal düzenlemelerin tekrar ve yorumu ile suç örgütünün varlığı kabul edilemeyeceği, kavramın klişe, basmakalıp ve soyut cümlelerle belirlenip, her eylemde uygulanmasının hukuki olmayacağı, örgütün kurucusu, yöneticisi ve örgütün üyelerinin net, tartışmasız belirlenip, yapılanmanın içinde ne şekilde yer aldığının, soyut değil, somut şekilde saptanması gerektiği gözetildiğinde, sanıkların savunmaları ve tüm dosya kapsamına göre; BİR KISMI BİRBİRLERİYLE AKRABA VE ARKADAŞ OLAN, BİR KISMI İLE DE ARADA İŞ İLİŞKİSİ BULUNAN SANIKLARIN DEVAMLILIK GÖSTERECEK ŞEKİLDE PLANLI BİR ORTAKLIK, İŞBÖLÜMÜ VE PAYLAŞIM ANLAYIŞI İÇERİSİNDE BİR ARAYA GELDİKLERİNE, DEVAMLILIK İÇEREN KANUNUN SUÇ SAYDIĞI FİİLLERİ İŞLEMEK (SUÇ İŞLEME

PROGRAMI ALTINDA) AMACI İLE BİR ARAYA GELİP aralarında sıkı veya gevşek hiyerarşik bir bağın bulunduğuna, hiyerarşik yapılanmayı gösteren emir komuta zinciri ile altlık üstlük ilişkisinin varlığına ve sanıkların faaliyetleri ile örgütün doğmasına veya üst pozisyonda kolektif faaliyeti kısmen veya tamamen düzenleyip koordine ettiklerine ilişkin kanıtların nelerden ibaret olduğu hususları gerekçeli olarak tartışılıp, buna ilişkin delillerin dosya kapsamına uygun, mantıksal ve hukuksal bağ kurulmak


suretiyle neler olduğu denetime imkan verecek biçimde gerekçeleriyle açıklanmak suretiyle, karar yerinde ayrıntılı olarak gösterilmeden yazılı şekilde hükme varılması" bozma nedeni yapılmıştır.

 

Yargıtay kararlarında belirtildiği üzere hiyerarşik yapılanmadan kasıt kanunun suç saydığı fiilleri işlemek amaçlı faaliyetler konusundaki yapılanma ve emir-komuta içerisindeki altlık üstlük ilişkisidir. Bir diğer söyleyişle suç örgütünün varlığı için tanık beyanlarının yeterli olmadığı, birkaç kişinin telefon konuşmalarında lakap kullanmasının ya da üstü örtülü konuşmasının örgütün varlığı için yeterli olmadığı, örgütü oluşturan şahısların gelir düzeyi, birbirleriyle olan arkadaşlık ve ilişkilerinin incelenmesi gerektiği ve bu birlikteliğin suç işleme programı dahilin de olduğunun ispatlanması gerekliliği vurgulanmıştır.

 

Yargıtay kararlarının aksine, huzurdaki davada müvekkil ve arkadaşlarının gelir ve eğitim düzeyi incelenmemiş, geçmişe dayanan ve arkadaşlık ilişkileri araştırılmamış, amaç suç gösterilmemiş, bir amaç suçu gerçekleştirmek üzere suç işleme iradesinin varlığı ortaya konulmamıştır.

 

Örneğin iddianamede sözde örgüt şemasında "iki numara" olarak gösterilen sanık Ulviye Didem ÜRER'in suç işlemeye yönelik tek bir somut fiili veya yönlendirmesi gösterilmemiştir. Çünkü yoktur.

 

Yine üç numara olarak gösterilen sanık Tarkan YAVAŞ'ın aleyhindeki soyut müşteki beyanlarından başka, yönetici konumunda olduğuna ve TCK 220/1. maddesi anlamında yer aldığına dair somut hiçbir delile yer verilmemiştir. Kanunda suç örgütünün varlığı için aranan birleşme ve hiyerarşik yapılanmadan kastedilen şey bir panelde konuşma yapmak ya da bir takım düşünce açıklamalarında bulunmak gibi basit birleşmeler değildir. Burada kastedilen "KAMU İÇİN TEHLİKE OLUŞTURACAK" nitelikte bir birleşme ve devamlılıktır ki bu tür bir hiyerarşi iddianamede ortaya konulamamıştır.


Öte yandan Sayın Savcılık makamının hazırlamış olduğu iddianamesinde, sözde örgütün sözde hiyerarşik yapılanmasına dair iddiası hem müşteki iddialarına hem de emniyetin tespitlerine tamamen zıttır.


Soruşturmanın tahkikatını yürüten Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü'nün fezlekesinde yer almayan, müşteki iddialarıyla paralellik göstermeyen ve dayanağının ne olduğu dahi belli olmayan bir hiyerarşi şemasının Savcılık tarafından nasıl ve neye göre tespit edildiği anlaşılamamaktadır.


Savcılık, -müşteki ifadeleri ve emniyet fezlekesinin aksine- yaklaşık 4000 sayfalık iddianamenin hiçbir bölümünde sözde örgütün 1. ve 2. derece yönetiminin olduğundan bahsetmemiştir.

 

İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından Temmuz 2018 tarihli hazırlanan fezlekede, sözde örgütün 1. derece yönetimi 7 kişiden, 2. derece yönetimi ise 9 kişiden oluşmakta iken, Savcılık böyle bir ayrıma gitmeyip sadece 12 kişilik sözde yönetici kadrosunun varlığından bahsetmiştir.

 

Emniyet tarafından sözde yönetici olduğu iddia edilen birçok kişi, Savcılığın iddianamesinde sözde örgüt üyesi olarak nitelendirilmiştir.

 

Emniyet ve Savcılık arasındaki bu tespitlere dair çelişkiler, yabana atılacak veya önemsenmeyecek çelişkiler değildir. Çünkü yapılan bu manipülasyonlar neticesinde adı geçen kişilerin dosyadaki hukuki durumları tamamen değiştirilmektedir.

 

Savcılığın farklı olarak hangi hukuki deliller veya araştırmalar neticesinde böyle bir hiyerarşi tespitinde bulunduğu da anlaşılamamaktadır.

 

Hiyerarşik yapı iddiası, sosyolojik gerçeklere de ters düşmektedir.

 

Sözde örgütte, 1 numara diye tabir edilen "örgüt lideri" ona bağlı 2 ve 3 numara diye tabir edilen kişiler onlara bağlı 1. ve 2. derece yönetim onlara bağlı "imam bacılar" ve


"imam kardeşler" ve onlara bağlı çeşitli "imam kurulları" ve bu kurullara bağlı "müridler ordusu" şeklinde örgütlendiği iddia edilen bir yapı son derece disipline bir yapı anlamına gelir.

 

Böyle bir yapının bu emir komutada işleyebilmesi için bireylerin hiçbir şahsiyet ve inisiyatifi olamaz. Bu tip örgütlenmeler dünyanın farlı ülkelerinde vardır, ancak her zaman için pasif, içine kapalı, cahil ve eğitimsiz insanlar arasında taban tutmaktadırlar.

 

Kendi hayatları içerisinde hiçbir başarıya imza atamamış, müstakil şahsiyet geliştirememiş, bilgisi ve görgüsü sınırlı insanlar bu örgütlerin parçası haline gelir ve böylece bir şahsiyet bulduklarını düşünürler.

 

Oysa ki müvekkil ve arkadaşlarına bakıldığında tam aksi bir tablo ortaya çıkmaktadır. Bu kişilerin tamamının özgeçmişlerine bakıldığında, bu kişilerin hemen hepsinin toplumun en yüksek sosyal kesiminden geldikleri görülecektir. Bu kişilerin mezun oldukları okullar, Galatasaray Lisesi, Saint Joseph Lisesi, Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Koç Üniversitesi vs gibi Türkiye'nin en gözde eğitim kurumlarıdır. Hatta daha da ötesinde bu kişilerin hemen hepsi okul ve meslek hayatları boyunca kendi kararlarını verebilen, lider ruhlu, aktif kimseler olarak dikkat çekmişlerdir. Bu insanların dış görünümleri, üslup, tavır ve davranışları dahi, kimliklerini kaybetmiş robotize kimseler olmadıklarını göstermektedir.

 

Böyle bir topluluk ancak arkadaşça ve dostça oluşan bir gönül birliği etrafında bir araya gelebilir ama birer örgüt üyesi haline gelemezler. Müştekilerin iddia ettikleri tarzda bir emir-komuta zinciri içerisine girmek, hem onlara hiçbir şey kazandırmayacak bir külfet, hem de kişiliklerine tamamen aykırı bir baskı olacaktır.

 

 

SUÇ ÖRGÜTÜ BAĞLAMINDA DEĞERLENDİRİLEBİLECEK "EMİR-TALİMAT" İLİŞKİSİ YOKTUR.

 

Suç örgütünün varlığından bahsedebilmek için örgütün bir yönetim hiyerarşisi bulunmalı ve üyeler arasında gevşek veya katı bir hiyerarşik ilişki olmalıdır. Suç örgütü adeta bir güç kaynağı haline gelmeli, üyeleri üzerinde de bir hakimiyet oluşturmalıdır. Örgütün yöneticisi bir veya birden fazla kişi olabilir ancak önemli olan üyeler arasında emir-talimat ilişkisinin mevcut olmasıdır.

 

Ancak müvekkil ve arkadaşları arasında emir-talimat ilişkisi mevzu bahis değildir. Müvekkilin arkadaşları yaklaşık 40 yıldır birbirlerini tanımakta olup kültürel etkinliklerinde ve sosyal yaşamlarında hep birbirlerine destek olmuşlardır.

 

Soruşturma kapsamında müvekkil ve tüm arkadaşlarının telefonları, yazışmaları, hesap hareketleri vs teknik takibe alınmış ve polis operasyonuyla birlikte de tüm cep telefonu, bilgisayar ve diğer materyallere el konulmuştur.

 

Her ne kadar CMK 135. Maddeye aykırı olarak elde edilmiş olsa ve içeriklerinin delil olarak kullanılması tarafımızca kabul edilmemiş olsa da SADECE DOSYADAKİ TELEFON KAYITLARI DAHİ İNCELENDİĞİNDE, MÜVEKKİL VE ARKADAŞLARI ARASINDA NE HİYERARŞİK BİR YAPILANMA NE DE EMİR-TALİMAT İLİŞKİSİ OLMADIĞI ÇOK

RAHATLIKLA ANLAŞILACAKTIR. Çünkü bu kişilerin günlük hayatlarındaki birbirleri ile olan diyaloglarının, birbirlerine olan hitaplarının ve birbirlerinden rica ettikleri taleplerin hep dostça ve son derece nezaketli üsluplarla olduğu görülmektedir.

 

Eğer ki, ortada bir suç örgütü ve bu örgütün hiyerarşik yapılanmasında talimatlar veren birtakım yöneticiler ve bu talimatları alıp harfiyen uygulayan kendi iradesini örgüte teslim etmiş birtakım üyeler olsaydı, tüm bu sistematiğin telefon konuşmalarına ve yazışmalarına yansıması gerekirdi.

 

Ancak, bu camiada güya yönetici olduğu iddia edilen kişiler ile örgüt üyesi olduğu


iddia edilen kişiler arasındaki konuşmaların bu nitelikte olmadığı görülmektedir. Sanıkların arasındaki telefon görüşmelerinin gayet dostane ve esprili üsluplarla geçtiğini hatta çoğu konuşmada üye olduğu iddia edilen kişilerin yönetici olduğu iddia edilen kişilerden bazı konularda ricalarda bulundukları anlaşılmaktadır.

 


 TCK m.220'de tanımlanan örgüt suçunun maddi unsurlarıyla taban tabana zıtlık oluşturan bu telefon kayıtları bile tek başına müvekkil ve arkadaşlarının bir suç örgütü değil samimi birer arkadaş olduklarını göstermektedir. Savcılığın güya suç unsuru içerdiği gerekçesiyle dosyaya koyduğu ve müvekkillere emniyet ve mahkeme ifadelerinde sorulan telefon konuşmalarından sadece birkaç tane örnek vermek gerekirse:




 

Savcılığın güya suç unsuru içerdiğini iddia ettiği bu telefon görüşmesinde, güya 14 üst düzey yöneticiden biri olan Alev Babuna, sözde üye Nuran Göver'den basit bir dolap tamiratı ve Dijitürk taktırma işlemleri için "ne olur Nurhan sen onla ilgilen” diye ricada bulunmaktadır. Sadece bu görüşme kaydı bile sözde hiyerarşinin ve emir talimat ilişkisinin var olmadığını açıkça göstermektedir.


 

 

 


Aylin Atmaca ile sözde örgüt üyesi Ayşe Pınar Akkaş arasındaki tamamen dostane bir sohbet görülmektedir. Bir suç örgütü yöneticisinin emrindeki üyeler üzerinde kurması beklenen korku ortamına tamamen aykırı olan bu konuşma müvekkil ve arkadaşları arasındaki gerçek dostluğu gözler önüne sermektedir.

 

Kısaca özetlemek gerekirse; örgüt suçunun en temel unsurlarından biri olan örgüt hiyerarşisi içerisindeki emir-talimat ilişkisinin olmaması nedeniyle ortada bir suç örgütünün varlığından söz etmek mümkün değildir.

 

DEVAMLILIK VE ELVERİŞLİLİK UNSURLARI YOKTUR.

 

Türk Ceza Kanunu, suç örgütü için basit bir birleşmeyi değil, kamu için tehlike yaratacak nitelikteki fiili birleşmeyi cezalandırma yoluna gitmiştir. Bu suçu basit bir birleşmeden ayıran hususlar ise birden fazla suç işleme amacı ve bu amaç bakımından devamlılık ve elverişlilik gösteren bir yapının varlığıdır.

 

Yargıtay kararlarında devamlılık unsurunun tespiti için örgüt mensubu kişiler arasında amaç suçları devamlı işleme kararlılığı ve iradesinin varlığı ile elverişliliğin


gerektiği belirtilmektedir. İddianame ve mütalaada ise bu grup arasındaki bir arkadaşlık ve dostluk ilişkisinin devamı sözde örgütün ve suçun devamlılığı gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Yetişkin, iyi eğitimli, adli sicili temiz, hiçbir suç geçmişi olmayan insanların inançları, dünya görüşleri, değerlerinin ortak olması sebebiyle kurdukları iyi ilişkinin, aralarındaki dostluk ve sevgi bağının "örgütün devam etmesi" olarak değerlendirilmesi iyi niyetten ve hukuktan uzak bir yaklaşımdır. İddianamede geçen "Adnan OKTAR Suç Örgütü mensupları da kendilerini "arkadaş grubu" olarak tanıtarak, "Bilim Araştırma Vakfı" ismi altında, yasal bir görünüm kazanmayı amaçlamıştır." cümlesi dahi tek başına bu hukuk dışı ve önyargılı yaklaşımı göstermesi açısından yeterlidir. Ortada kendisini ARKADAŞ GRUBU OLARAK TANITAN DEĞİL, üniversite çağlarından beri birlikte olan, hayata birlikte atılmış, birlikte gülmüş birlikte eğlenmiş, birbirinin düğününde hastalığında cenazesinde yanı başında olmuş GERÇEK BİR ARKADAŞ GRUBU bulunmaktadır. Ancak iddia makamı ısrarla yargılananlar arasındaki dostluk ve arkadaşlık ilişkisini adeta anlamazlıktan gelip, böyle bir vefa, sadakat, yardımlaşma, dostluk varsa "mutlaka altında bir şey vardır" mantığıyla hareket etmektedir. Bu yaklaşım her ne kadar halk arasında sıradan bir sohbetin konusu olabilirse de bir iddianamenin, hukuki bir metnin konusu ve yaklaşımı asla olmamalıdır.

 

Buna karşın iddianamede amaç suçlar, "iddianame kapsamındaki tüm suçlar" olarak belirlenmiştir ki böyle bir şey hukuken mümkün değildir. Zira yukarıda da ifade edildiği üzere örgütün amacı kapsamında işlendiği iddia edilen alıkoyma, cinsel saldırı, eziyet, eğitim hakkını engelleme gibi suçların, amaç suç olarak nitelendirilmesi dahi mümkün değildir. Çünkü bu suçlar için örgüt kurmanın hiçbir mantığı yoktur.

 

Örgütün varlığı için suç işlemek amacı etrafındaki fiili birleşme ve niteliği itibariyle devamlılık aranır. Bu devamlılık, amaçlanan suçları işleme iradesi bakımından mevcut olmak zorundadır. Ancak dava konusu dosyada sözde amaç suç olarak nitelendirilen suçların büyük bir kısmı devamlılık arz etmeyen ya da devamlılık iradesi ortaya


konulamayan münferit eylemlere dair atf-ı cürümlerden ibarettir.

 

İşlendiği iddia edilen sözüm ona cinsel suçların ise kırk yıllık bir oluşumun sadece son yıllarında işlendiği iddia edilmektedir. Yine bu suçların muhatabı olduğu belirtilen ve iddianame kapsamında da sanık olarak gösterilen kadınların hiçbirinin cinsel suç işleme amacı ya da iradesinden bahsedilmemektedir. Bahsedilmesi de aslında mümkün değildir. Zira burada büyük bir çelişki daha söz konusudur. TCK 220. maddenin gereği olan "Örgütün suç işleme ideali etrafında birleşme şartı ve birleşmenin niteliği itibariyle devamlılık göstermesinin aranması" açısından değerlendirildiğinde, sözde örgüt üyesi olarak yargılananların ¾'ünü oluşturan kadın sanıkların "taciz ve tecavüze uğrayacaklarını bilerek" ve "kendi şahıslarına karşı da bu taciz ve tecavüz suçlarının işlenmesini destekleyerek" bir araya geldikleri gibi akıllara ziyan bir durum ortaya çıkmaktadır ki, bu durumun hayatın hiçbir akışının hiçbir yerinde olamayacağı açıktır. Bu husus da bir kez daha suç örgütü için aranan devamlılık ve elverişlilik unsurlarının mevcut olmadığını ortaya koymaktadır.

 

Nitekim Yargıtay 10. CD'nin 16.02.2006 tarih ve 19703/2202 sayılı kararında; “Somut olaya bakıldığında sanıkların örgüt oluşturmak için sayısal yeterlilikte olduğu anlaşılmakta ise de aralarında hiyerarşik ilişki ve suç işleme iradelerinde devamlılık saptanamadığı anlaşılmaktadır" denilmektedir. İlgili Yargıtay kararı sadece belirli vesilelerle kısmen bir araya gelmiş olan sanıkların aralarında örgütsel bir bağın kabul edilebilmesi için hiyerarşik bir ilişki bulunmasını ve suç işleme iradesi olmasını şart koşmaktadır. Oysaki iddianame kapsamında hiyerarşik ilişki iddiası dahi soyut beyanlar dışında delillerle desteklenememiştir.

 

SUÇUN MANEVİ UNSURU YOKTUR.

 

Sanıkların bir araya geliş gayesinin ortak değerlerini paylaşmak olduğunu daha önce belirtmiştik. Sanıkların bu camiayla görüşmelerindeki motivasyon budur. Bir suç örgütünün varlığından bahsedilebilmesi için, örgüt mensuplarının belirsiz sayıda suçu işlemeye yönelik ortak amaçlarının ve kastının şüpheye yer bırakmayacak


şekilde ortaya konulması gerekmektedir. Başka bir ifadeyle, belirsiz sayıda suçu işlemek amacının her bir örgüt mensubunun ortak amacı olduğunun tespiti, suç örgütünün varlığı bakımından zaruridir3.

 

Yargıtay bu suçun (üyelik) oluşumunda özel kast aramaktadır. Buna göre, suç örgütünün varlığı ve kuruluş amacı, örgütün mensupları tarafından bilinip kabul edilmelidir. Bu bilgi ve kabul, kasten işlenebilen bir suç türü olan suç örgütüne üye olma fiilinin manevi unsurunu oluşturur. Bilme ve kabullenme iradesi olmaksızın kişinin suç örgütü üyesi olduğu söylenemez4.


 

Dolayısıyla bir kişiye "suç örgütü mensubu" denilebilmesi için öncelikle ortada bir suç örgütünün bulunması ve o kişinin bu durumu biliyor olması şarttır. Buna rağmen daha önce bu grupta uzun yıllar bulunmuş müşteki konumunda bulunan veya etkin pişmanlıktan yararlanan kişiler, örgüt olduğu iddia edilen bu grubun kasten hangi suçları işlemek için bir araya geldiğine, amaç suçun ya da suçların neler olduğuna dair bilgi verememektedirler. Var olduğu iddia edilen sözde suç örgütünün ne zaman oluştuğuna ve hangi amaç suçları işlemek için bir araya geldiğine dair somut tek bir beyan veya delilin olmaması dahi ortada TCK 220 bakımından bir suç örgütünün olmadığını ispatlar niteliktedir. Çünkü eğer gerçekten ortada bir suç örgütü bulunsaydı, müştekilerin ve etkin pişmanların amaç suçu gösterebilmeleri, "bu örgüt şu suçu işlemek için kuruldu" diyebilmeleri gerekirdi.

 

Dava konusu olayda ise, sözde suç örgütü olarak nitelendirilen birleşmenin suç işlemeye yönelik bir kastı ya da iradesi bulunmadığı gibi birleşmenin de suç işleme amacı yoktur. Nitekim suç örgütü suçlaması ile mevcut birleşme hakkında 2016/103113 sayılı soruşturma öncesindeki tüm soruşturmalar ya takipsizlik ya da beraat ile sonuçlanmıştır.

 

3İzzet ÖZGENÇ, Suç Örgütleri, 20 7, sf. 2 .

4Ersan ŞEN/Sefa ERYILDIZ, Suç Örgütü Kurma Suçunun Unsurları, Seçkin Yayınları, 20 8, sf. 95.


Müvekkil ve arkadaşları, daha önce de ifade edildiği üzere, dini, bilimsel, kültürel ve sosyal pek çok amacı bünyesinde barındıran ve yaklaşık 40 yıldır sürekli olarak kamuoyunun önünde bulunmuş bir arkadaş grubudur. Ülkemizde bu kapsamda hareket eden pek çok Müslüman ya da gayri müslim inanç grupları bulunmaktadır. Kişilerin yaşam biçimleri ve inançları ceza yargılamasına konu edilemeyeceği gibi Anayasa ve AİHS ile de koruma altına alınmış bir haktır.

 

Sanıklar benzer isnatlarla geçmişte de yargılanmış ve o yargılama esnasında da bugünkü iddianame ile birebir aynı olan ithamlar söz konusu olmuştur. Huzurdaki iddianameye baktığımızda da tıpkı geçmiş iddianameler de olduğu gibi baştan sona kadar müvekkil ve arkadaşlarının yaşam tarzlarının, dünya görüşlerinin ve inançlarının sorgulandığını görmekteyiz. Halbuki kişiler istediğine inanıp istediğine inanmamakta, istediği düşünceyi savunup anlatmakta Anayasal güvence altındadırlar. Kimse inandığı, savunduğu değerlerden dolayı yargılanamaz. Sayın Artuk da mütalaasında bu hususa şu cümlelerle dikkat çekmiştir:


". sanıkların nevi şahsına münhasır olarak nitelendirilebilecek yaşam tarzları, mer'i kanun hükümlerinden hiçbirini ihlal etmeyen bir yaşama biçimi olarak kabul edilmelidir."


Netice olarak hakkında güya suç örgütü olduğuna dair bu zamana kadar verilmiş bir mahkûmiyet kararı bulunmayan ve operasyon tarihine kadar legal olarak tv kanalı ve bilimsel vakıf ve basın yayın organları ile faaliyetlerini sürdüren müvekkil ve arkadaşlarının suç örgütlenmesi altında suç işleme amacı ve kastı bulunmamaktadır.

 

GİZLİLİK VE KOD ADI KULLANIMI İDDİASI DOĞRU DEĞİLDİR.

 

İddianamede yer alan gerçek dışı iddialardan biri de sanıkların güya gerçek kimliklerini gizleyerek "Kod Adı" kullandıkları yalanıdır. Suç örgütlerinde sıkça rastlanan kod adı kullanımının amacı gerçek kimliği saklayarak gizliliğin sağlanması ve deşifre olunmasının önlenmesidir. Oysaki başta müvekkil olmak üzere tüm arkadaşlarının gerçek adları herkesçe bilinmektedir. Müvekkilin tüm arkadaşlarının


kendi ad soyadları ve kendi gerçek fotoğraflarıyla dolu sosyal medya hesapları vardır. Bu hesaplar üzerinden yıllardır düzenli olarak paylaşımlar yapmaktadırlar. Ayrıca bu hesaplarda yapılan paylaşımlar bugüne kadar yüz binlerce insan tarafından okunmuş, beğenilmiş ve yorumlar yapılmıştır. Sanıkların A9 TV'deki yayınlarda kendi isimleriyle yer almışlardır. Milyonlarca kişi onları kendi isimleriyle tanımıştır. Hiç kimse gerçek kimliğini bir an olsun gizleme ihtiyacı hissetmemiştir.

 

Bu camia hakkında daha önce yürütülen adli soruşturmaların hiçbirinde "kod ismi kullanımı" gibi bir iddia öne sürülmemiştir. Eğer gerçekten bir kod ismi uygulaması bulunsaydı bunun önceki soruşturmalarda gündeme gelmesi gerekirdi.

 

İddianamede güya kod adı diye adledilenlerin tamamı arkadaşlar arasında kullanılan lakaplar ve yakıştırmalardan ibarettir. Örneğin, Gökalp için "Göko", Oktar için "Oki", Didem için "Dido" gibi. Bu lakapları duyan alakasız bir kişinin de ilk aklına gelen şey, zaten o kişinin gerçek adı olmaktadır, dolayısıyla bu lakapların gerçek kimliği gizlemek gibi bir fonksiyonu yoktur. Hatta tabiri caizse söz konusu iddianın absürdlüğünü ortaya koyan çok daha vahim kod adı iddiaları vardır. Bunlara dair sadece birkaç örnek vermek gerekirse; Burak Sanver için "Sanver", Fatih Menet için "Menet", Fatih Kılıç için "Kılıç" gibi. Yani görülmektedir ki, Savcılık ya gerçek bir kod adı uygulamasının neye hizmet ettiğinden ya da kendi dosyasının sanıklarının kimliklerinden bihaberdir. Kod adı isnadının yersizliğinin daha iyi anlaşılabilmesi bakımından bazı örnekler vermemizin faydalı olacağı kanaatindeyiz:

 

Aslı Efeoğlu: Kod adı Maviş Aslı. Meltem Daban: Kod adı Dost Meltem. Yakup Balaban: Kod adı Yaki.

Gökalp Barlan: Kod adı Göko

 

Esra Saraçoğlu: Kod ismi Kuzu Esra.


İbrahim Tuncer: Kod ismi Tuncer. Burak Sanver: Kod adı Sanver Fatih Kılıç: Kod adı Kılıç

Fatih Menet: Kod adı Menet Sedat Altan: Kod ismi Saltan. Altuğ Eti: Kod adı Eti.

Erdem Ertüzün: Kod adı Küçük Erdem. Tufan Gürlek: Kod adı Tufi.

Emre Teker: Kod adı Eczacı Emre. Nihat Balaban: Kod adı Nahit.

Ediz Çalıkoğlu: Kod adı Edo. Cüneyt Özyaşar: Kod adı Cücü.

Ahmet Çelik: Kod adı Giresun Ahmet. Serkan Demir: Kod adı Sivas Serkan. Mehmet Yıldırım: Kod adı Alman Mehmet Yasin Göker: Kod adı Alman Yasin vb.

Ayrıca tüm müştekiler ve etkin pişman sanıklar kendilerine yaptırılan fotoğraf teşhislerinde sanıkları isim ve soyadlarıyla teşhis etmiştir, kod adlarıyla değil. Sadece bu durum bile sanıkların gerçek kimliklerinin net olarak bilindiğinin kanıtıdır.


Tüm bunların haricinde, güya kod adı olduğu iddia edilen ama gerçeğinde sadece birer lakap olan bu isimler A9 TV canlı yayınlarında ve sosyal medya paylaşımlarında sayısız kez kullanılmıştır. Gerek müvekkil gerekse arkadaşları televizyon programlarında birbirlerine çok defalar bu lakaplarla hitap etmişlerdir. Yani ortada gizli saklı bir durum yoktur.

 

Dolayısıyla güya "örgütsel gizlilik" amacı ile kod isim kullanıldığı iddiası dayanaktan yoksundur. Sadece müvekkil değil, arkadaşları da hayatlarını şeffaf ve kamuoyu önünde yaşamaktadırlar. Müvekkil ve arkadaşlarının gizlilik gibi bir amacı olsaydı, bu denli şeffaf ve gözler önünde bir hayat yaşamaları kendilerinden beklenmezdi. Sırf bu durum bile müvekkil ve arkadaşlarının "suç örgütü" olmadığının ispatıdır.

 

Kaldı ki etkin pişmanlık yasasından yararlanan sanıklar dahi "kod adı" olmadığını, arkadaşlar arasında kullandıkları sıradan lakaplar olduğunu huzurunuzda ikrar etmişlerdir. Birkaç örnek vermek gerekirse:

 

Etkin pişman sanık Mustafa Arular;


 


Etkin pişman sanık Emre Teker:











Etkin pişman sanık Adnan Tınarlıoğlu:

 



Etkin pişman sanık Akın Gözükan:

 



 

Müşteki Ceyhun Gökdoğan:

 




 

Aslında müştekilerin neden böyle bir iddia ortaya atmaya ihtiyaç duyduklarını anlamak hiç de zor değildir. Kod adı uygulamasını kimlerin ne amaçla kullandığına baktığımızda müvekkil ve arkadaşlarına isnat edilen bu suçlamanın mantıksızlığı hemen anlaşılmaktadır.

 

Örneğin; FETÖ/PDY bakımından olaya baktığımızda, FETÖ/PDY örgüt üyelerinin aileleri tarafından verilen yasal isimlerinin dışında üyelerine yeni isimler verildiğini görmekteyiz. Böylelikle birçok örgüt üyesinin birbirini gerçek isimleriyle tanımamaları sağlanmaktadır.

 

FETÖ'nün hücre yapılanmasında, aynı kurumda yan yana çalışanlar dahi birbirinin FETÖ kimliğinden habersizdir. Bağlantılar, sadece kod adını bildiği bir "abi" ile sürekli olarak görüşmek şeklinde yürütülmektedir. Bu kod adlarının en önemli özelliği de kişinin gerçek kimliğini saklayacak şekilde düzenlenmiş olmasıdır. Örneğin;

 

"Ahmet" kod adlı Levent T., "Sait" kod adlı Sadık K., "Yavuz" kod adlı Nihat M., "İlhan" kod adlı Fatih D., "Ömer" kod adlı Önder Y., "Mesut" kod adlı Avşar Z., "Asım" kod adlı Evren P., "Baki" kod adlı Reşat Ş., "Ünal" kod adlı Ömer E., "Yılmaz" kod adlı Yıldırım S...

 

Görüldüğü üzere kullanılan kod adı ile kişinin gerçek ismi arasında uzaktan yakından bir bağlantı yoktur.

 

Terör örgütlerinin ağır suç kapsamına giren eylemleri sırasında tespit edilmeyi ve yakalanmayı güçleştirmek amaçlı olarak kod adı kullanmayı tercih ettikleri bilinmektedir. Örneğin PKK Terör Örgütü'ne baktığımızda da, aynı şekilde kod adlarının gerçek kimlikleri saklamak amacıyla kullanıldığını görmekteyiz, mesela;

 

"Roni" kod adlı Gazi Bahadır, "Serdar" kod adlı Serkan Tan, "Mervan" kod adlı Yunus Dalgın, "Zeynel" kod adlı Mehmet Yakışır ,"Aram Civan" kod isimli Osman Gülen,"Delal


Amed" kod adlı Hülya Eroğlu, "Atakan Mahir" kod adlı İbrahim Çoban,"Mam Zeki Şengali" kod adlı İsmail Özden

 

Oysa müvekkil Adnan Oktar ve arkadaşları arasında ne "kod adı" ne de gerçek adından başka bir ad kullanımı bulunmamaktadır. Arkadaş grubundaki herkes herkesi 40 yıldır gerçek ismiyle tanıdığını, gerçek ismiyle hitap ettiğini, organizasyonlarda bir araya gelip görüştüğünü beyan etmiştir. Basında ve bazı husumetli müşteki ifadelerinde ortaya "kod adıymış" gibi atılan iddialar kod adı değil birbirlerini uzun yıllardır tanıyan samimi arkadaşların kullandığı lakap ve hitaplardan ibarettir.

 

SUÇ ÖRGÜTÜNÜN SİLAHLI HALİ YOKTUR.

 

TCK m.220'de, suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçunun genel suç tipi tanımlanmış ve maddenin 3. fıkrasında ise, suç örgütünün silahlı olması nitelikli hal sayılmıştır. Bir suç örgütünün "silahlı" olarak nitelenebilmesi için mensuplarında silah bulunmasında silah kullanması yeterli değildir. Bu kişilerin silahlarını örgütün amaç suçlarını işlemede kullanmış olması gerekir. Bu suç; genel suç işleme kastı ile işlenmeye elverişli olup, örgütün silahlı olup olmadığı da bulundurulan veya kullanılan silahların cinsine, özelliklerine ve miktarına, örgütün faaliyetleri kapsamında kullanılmasına, elde edilen silahlarla suç örgütünün amaçladığı, teşebbüs ettiği veya işlediği suçlar arasında illiyet bağı kurulup kurulamadığına göre belirlenecektir.

 

Bunun dışında, sırf bir veya birkaç örgüt elemanından elde edilen veya örgütün silahlı sayılmasına yetmeyecek derecede az sayıda bulunan silahlar ile örgüt mensuplarının ruhsatlı olarak bulundurdukları veya taşıdıkları, fakat faaliyet suçlarında kullanılmayan silahlardan dolayı örgütün "silahlı örgüt" sayılması mümkün değildir. Yargıtay kararları ve doktrinde yer alan görüşlerde:

 

 "...Zor ve tehditle para tahsili amacıyla kuruşmuş bir suç örgütü içindeki kişilerin silahlı olması nedeniyle 3. Fıkra uyarınca cezanın arttırılması gerekirken, belgede sahtecilik ya da sahte para basmak suçlarını işlemek amacıyla kurulmuş bir örgütteki


kişilerin silahlı olması durumunda cezanın arttırılması olanaklı olamayacaktır. Çünkü silah sahtecilik suçlarının işlenmesine ilişkin elverişlilik bakımından önemli değildir…

 

örgüt mensuplarının kişisel gereksinimleri için silah bulundurmaları halinde 220/3. fıkradaki nitelikli hal oluşmaz. Ayrıca örgütün amaçlarını gerçekleştirmeyi doğrudan veya dolaylı olarak kolaylaştırmaya elverişli olmayan silahların da bu kapsamda değerlendirilmemesi gerekir…”5

 

Nitekim Yargıtay, örgüt üyelerinde ele geçirilen silahların ruhsatsız olarak bulundurulmaları dışında suç örgütüne ait olduklarına ve örgüt faaliyeti çerçevesinde başka suçta kullanıldıklarına dair kesin, inandırıcı, kuşkudan uzak kanıt bulunmadığı hallerde örgütün silahlı kabul edilemeyeceğini, nitelikli halin bu durumda uygulanamayacağını içtihat etmiştir. 6

 

Diğer yandan müşteki ya da tanık beyanlarının tamamına yakını alınan silahların suç işlemek amacıyla kullanıldığına dair bir ifadeye yer vermemiştir. Hatta etkin pişmanlıktan yararlanan sanıkların (örneğin Altuğ Eti} beyanlarından da anlaşılacağı üzere bu silahların ruhsatları kişisel güvenlik amacıyla alınmış olup, başka bir gayeyle temin edilmemiştir. Nitekim Savcılığın 18.07.2018 tarihli tutuklamaya sevk müzekkeresinde de silahların kuyumculuk ve güvenlik amacıyla alındığı anlatılmaktadır. Bu kapsamda kişisel amaçlarla silah taşınması halinde ağırlatıcı neden oluşmayacaktır. Dolayısıyla da örgütün suç işleme amacı dışındaki herhangi bir sebeple silah bulundurulması, silah nedeniyle ağırlatıcı halin uygulanmasına engel olacaktır.

 

Bu durumda polis operasyonu kapsamında ele geçirilen ve tamamı yasal ruhsatlı toplamda 79 tabanca ve 23 yivsiz av tüfeğinin müvekkil ve arkadaşlarına isnat edilen TCK m.220/3 kapsamındaki suç örgütü suçunun silahlı halini oluşturmayacağı

 

 


5 Osman Yaşar, Hasan Tahsin Gökcan, Mustafa Artuç Türk Ceza Kanunu Ankara 20 0, Cilt IV

6 Yargıtay 5.C.D. 9. 2.2008 tarih 2008 25 6- 687


çok açıktır. Şöyle ki;

 

-                Polis operasyonunda ele geçirilen silahların tamamı yasal ruhsatlı olup sicilleri de tertemizdir. Bu silahların hiçbiri hiçbir eylemde kullanılmamış olup en ufak bir suça dahi karışmamıştır.

-                Söz konusu silahların çok büyük bir kısmı -özellikle 23 adet yivsiz av tüfekleri- 15 Temmuz hain darbe girişimi sonrası alınmıştır. Geri kalan silahların ise bir kısmı müvekkil ve arkadaşlarına yapılan 1999 tarihli polis operasyonu kapsamında el koyulan ve 2015-2016 yılları ve sonrasında adli emanetten sahiplerine geri verilen silahlardır.

-                Yasal ruhsat alımı nispeten daha kolay ve daha ekonomik olduğu için 15 Temmuz sonrasında yivsiz av tüfek satışlarında ciddi bir patlama olmuş, ruhsat başvurularında ciddi kuyruklar oluşmuştur. Polis operasyonunda zapt edilen tüfeklerin neredeyse tamamı da bu süreçte alınmış silahlardır.

-                Silahların tamamı yasal müracaatlar sonucunda verilen yasal ruhsatlar neticesinde alınmıştır. Bu silahların ruhsatlarını alan kişilerin tamamı adli ve idari birimlerce yapılan sıkı tahkikatlardan geçmişler ve neticesinde silah kullanmaya ehil olduklarının tespit edilmesiyle ruhsat alınmıştır.

-                Ayrıca el konulan silahların çok büyük bir kısmı, özellikle tüfekler, kendi orijinal kutularında, de monte olarak ve hiç kullanılmamış, bir kısmı ise hiç kurulmamış halde bulunmuştur. Bugün çat kapı gidilecek bir evin/şirketin herhangi bir odasında veya çekmecesinde bir tüfek veya tabanca bulmak dahi mümkünken el konulan silahların kullanıma hazır olmaması dahi suçlamaların yersizliğini gözler önüne sermektedir.

-                Silahlı bir suç örgütünün var olabilmesi için örgüte ait silahların bu örgütle ilişkili olarak işlenen suçlarda kullanılmış olması gerekmektedir. Oysaki sözde mağdur ve müştekilerin hiçbirisinin bu silahların kullanılarak herhangi bir suç işlendiğine dair beyanları bulunmamaktadır. Hiçbir sözde mağdur/müşteki bu olaylar esnasında kendilerinin silahla tehdit edildiğinden bahsetmemiştir.


İşin aslı çok net ve yalındır. Müvekkil yıllardır yaptığı faaliyetleri nedeniyle PKK, KCK, DHKP-C, DEAŞ ve EL KAİDE gibi terör örgütlerinin suikast listesindedir. Müvekkil hemen her gün gerek sosyal medya üzerinden gerekse A9TV'na gönderilen mesajlar ve telefon aramalarıyla ölüm tehditleri almıştır. Bunları defaten belgeleriyle birlikte dosyaya sunmuştuk.

 

Müvekkil ve arkadaşlarının yıllardır hemen her gün bilinen bir adreste 10-12 saat kadar süren canlı yayın programları yaptıkları göz önüne alınırsa, bu ölüm tehditlerini hayata geçirmenin ne kadar kolay olduğu anlaşılacaktır. Bahse konu silahların tamamı da müvekkilin arkadaşları tarafından kendilerini ve arkadaşlarını koruma refleksiyle alınmıştır. Müvekkil ve arkadaşlarına yönelik yapılan somut ve ciddi boyuttaki tehditlerin sadece bir kısmından bahsetmek gerekirse;

 

Müvekkil birçok terör örgütünün ölüm ve suikast listesinde yer almaktadır. PKK, KCK, DHKP-C, DEAŞ ve EL KAİDE terör örgütü mensupları müvekkilin evinde ve yayın yaptığı stüdyonun etrafında keşifler yapmışlar ve bu keşif girişimleri teknik takiplere takılmıştır.

 

İstanbul Valiliği ve Emniyet Müdürlüğü bu tehdit ve suikast girişimlerine dair bizzat müvekkilin kendisine tebligatlar yapmış ve gerekli koruma tedbirlerini tahsis etmiştir.

 

İstanbul Emniyet Müdürlüğünün 08.04.2016 tarihli yazısında, “…PKK/KCK terör örgütü mensupları tarafından aralarında Adnan Oktar'ın da isminin geçtiği şahıslara yönelik açık kaynak araştırması yapıldığı, söz konusu şahsa yönelik terör örgütü mensupları tarafından silahlı eylem yapılabileceğinin değerlendirildiği." ifadesi kullanılmıştır.

 

İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nün 03.05.2016 tarihli yazısında, "...Kısa zaman içinde DEAŞ terör örgütünün yurt içinde yürüttükleri faaliyetler kapsamında yapılan tetkikler neticesinde Adnan Oktar'ın ikamet bilgilerinin internet ortamından araştırıldığı ve muhtemel saldırı hedefi olabilecekleri." denmiştir.





Devletimizin PKK, DEAŞ ve benzeri örgütlere karşı yıllardır büyük tedbirler aldığı ve operasyonlar düzenlediği hepimizin malumudur. Dolayısıyla müvekkil ve arkadaşlarının da bu örgütlerden kendilerini korumak için tedbir almaları gayet doğal karşılanması gereken bir hakkın kullanımından ibarettir. Kaldı ki, Emniyet Müdürlüğü kendi tashih ettiği korumaların haricinde, müvekkile kendi tedbirini almasını ve bu tehditlere karşı dikkatli olmasını hatırlatmıştır. Hatta bunun üzerine A9 TV stüdyosunun bulunduğu yere gelen emniyet ekipleri keşif yapmışlar, müvekkil ve arkadaşlarının hangi tedbirleri almasının uygun olacağına dair tavsiyelerde bulunmuşlardır.

 

Müvekkilin yakın zamanlarda aldığı somut tehditlerin ve can güvenliğine dair somut risklerinin bazılarına dair örnekler vermek gerekirse:

 

A9 TV'yi 07.02.2018 günü Sakarya'dan arayan S. Ö. isimli kişi, "müvekkile bir suikast düzenleneceğini, çok uzaktan sessiz bir el ateş edileceğini ve bu eylem için silah temin hazırlıkları yapıldığı"nı beyan etmiştir. Bu ihbar üzerine müvekkil şikayette bulunmuş ve İstanbul Anadolu C.B.Savcılığı'nca 2018/84491 numaralı soruşturma


açılmıştır. Soruşturma kapsamında Üsküdar İlçe Emniyet Müdürlüğü tarafından alınan tedbirler sayesinde söz konusu suikast önlenmiştir.









Müvekkil ve arkadaşlarına uzun zaman boyunca tehdit ve hakaretlerde bulunan Köroğlu Gençlik Teşkilatı (KGT} başkanı Mahmut Alan ve yandaşları A9 TV'nun stüdyosu önünde ve çevresinde gizlice çekim ve tatbikatlar yapıp daha sonrasında müvekkil ve arkadaşlarına bu stüdyoda suikast yapacaklarını belirten videolar çekip yayınlamışlardır. Söz konusu video çok kısa bir süre içerisinde on binlerce kişiye yayılmış, müvekkil ve arkadaşlarına yüzlerce tehdit mesajı yağmıştır.

 

Müvekkil bu ölüm tehditleri üzerine şikayette bulunmuş ve İstanbul Anadolu C.B.Savcılığı 2018/23493 numaralı soruşturma kapsamında yapılan tahkikatlar neticesinde, "Mahmut Alan'ın müvekkile silahlı bir eylem hazırlığı içerisinde olduğu, bu amaçla Elvan Aydemir isimli bir Aras Kargo çalışanına kargo aracıyla keşif


yaptırdığını, müvekkilin giriş çıkış saatlerini tespit ettirerek bu sayede müvekkili silahla alıkoymayı planladığı anlaşılmıştır." Mahmut Alan ve ona yardım eden yandaşları bu suikast girişimin ardından yakalanarak gözaltına alınmışlar ve bir müddet tutuklu olarak yargılanmışlardır.

 














Ayrıca sadece Mahmut Alan ve ekibi tarafından değil, husumetli müdahiller tarafından da stüdyonun açık adresi ve konumu paylaşılmış, müvekkil ve arkadaşları açık hedef haline getirilmiştir.






 

Yine 2018 yılının şubat aylarında Üsküdar İlçe Emniyet Müdürlüğü tarafından A9TV stüdyosunun çevresinde günler boyunca güvenlik tedbirleri alınmıştır. Emniyet yetkilileri tarafından, "stüdyonun önünde müvekkil aleyhinde eylem ve protesto gösterileri yapılacağına dair" bir tespit yapılmıştır. Bu tespit üzerine birçok sivil ve


üniformalı polis stüdyo etrafında nöbet tutmuşlar ve bu sayede amaçlanan eylem gerçekleşememiştir. Bu tespit ve alınan tedbirlere ait kayıtlar Üsküdar İlçe Emniyet Müdürlüğü Güvenlik Büro Amirliği'nde bulunmaktadır.

Ayrıca, bu somut ölüm ve suikast tehditlerinin haricinde müvekkil ve arkadaşlarına yönelik sosyal medyadan çok sayıda tehdit mesajları da gelmektedir. Pek tabii ki bu tehditlere karşı müvekkil ve arkadaşları da kendilerini koruma amaçlı legal tedbirler almak zorunda kalmışlardır.

Özetle toparlamak gerekirse; Bir örgütün silahlı kabul edilebilmesi için silahların sayı ve nitelik itibarıyla amaç suçları işlemeye elverişli olması gerekir. Somut olayımızda iddianamedeki bu kadar sayıda ve çeşitlilikteki suç isnadı karşısında çok daha fazla kişide daha fazla sayıda silah bulunması gerekirdi. Yine silahların niteliği de amaç suçların işlenmesine uygun değildir. İddianamede sözde örgütün amacının cinsel suçları işlemek olarak gösterilmesi ve bu suçların işlenmesinde cebir kullanıldığı iddiasının bulunmaması karşısında, silahların bu suçları işlemekte ne işe yarayacağı sorusunun cevabı bulunmamaktadır. Yine şehirde gizli bir şekilde taşınması mümkün olmayan yivsiz av tüfeklerinin amaç suçları işlemekte herhangi bir fonksiyon göremeyeceği izahtan varestedir.

 

Ayrıca silahların tamamı ruhsatlı olup yasadışı bir şekilde silah bulundurulması veya taşınması söz konusu değildir. Bu silahların sahipleri kanunlarda aranan koşulları yerine getirip ruhsatlarını almışlardır. İddianamede silah ruhsatı alımından güya idarenin yanıltıldığı ileri sürülmüştür {s.54). Böyle bir iddiada bulunan iddia makamından, silahların hangisinin alımından hangi sanığın hangi suretle idareyi aldattığını delilleriyle beraber somut olarak ortaya koyması beklenirdi. Ruhsat alımından idarenin aldatılabilmesi için başvuru sırasında istenilen belgelerin gerçeğe aykırı olması gerekirdi. Oysa böyle bir belgenin sahteliğine ilişkin açılmış bir dava bulunmamaktadır. Bu nedenle de ruhsatların tamamı ilgili idarenin denetimleri ve izni dahilinde verilmiş legal, yasal silah ruhsatlarıdır.

 

Eğer ki iddia edildiği gibi emir-talimat zincirinde hareket edilen bir örgüt söz konusu


olsaydı, ruhsatlı silah alımıyla uğraşılmaz, alımı çok daha kolay ve ucuz olan ruhsatsız silahlar el altından satın alınabilirdi. Oysaki müvekkil ve çevresindekiler bütün faaliyetlerini şeffaf bir şekilde yürütmüşler, sürekli kamuoyunun önünde olmuşlar (A9 TV gibi} ve gizli herhangi bir iş yürütmenin peşinde olmamışlardır.

 

Bir örgütün yönetici ve üyelerinin bulundurdukları veya taşıdıkları ruhsatlı silahlar, hiçbir şekilde amaç suçlarda kullanılmamış ise örgütün silahlı sayılması mümkün değildir. Yukarıda da ifade edildiği üzere, dava konusu olayda el konulan silahlardan hiçbirinin bir suçta kullanıldığına dair bir iddia veya delil yoktur. Dolayısıyla olayda silahlı bir örgütten de bahsedilmesi mümkün değildir.

 

11.07.2018 TARİHLİ POLİS OPERASYONU ESNASINDA YAŞANDIĞI İDDİA EDİLEN ATEŞ ETME EYLEMİNİN SÖZDE ÖRGÜTÜN SİLAHLI EYLEMİ OLARAK KABUL EDİLMESİ DOĞRU DEĞİLDİR.

 

Mert Sucu tarafından polis operasyonu esnasında ateş açıldığı yönündeki iddia, iddianamede Adnan Oktar ve arkadaşlarının güya "silahlı suç örgütü" olduğunu delillendirmek için kullanılmıştır. İddianamede bu konu şu şekilde kurgulanmıştır:

 

"Alınan beyanlarda, örgüt lideri tarafından muhtemel adli operasyon esnasında kimin ne şekilde davranacağı, nöbet sistemine müdahil şahısların Emniyet birimleri intikal ettiğinde ne şekilde hareket edeceği ve gerektiğinde silah kullanmaktan çekinilmemesi gerektiği hususları yer almıştır. Bu doğrultuda 11.07.2018 tarihinde örgüte yönelik gerçekleştirilen operasyonlarda, Dragos olarak tabir edilen örgüt merkezinde arama işlemlerini gerçekleştiren kolluk personeline yönelik olarak, halihazırda tutuklu bulunan örgüt mensubu Mert SUCU tarafından ateş açılmış, Özel Harekat Şube Müdürlüğü görevlisi bir personel iki adet isabet almış, ancak kullanmış olduğu çelik yelekten dolayı herhangi bir ölümlü olay yaşanmamıştır." (İddianame sayfa 155}


Öncelikle Mert Sucu tarafından bir polis memurunun canına kast edilerek ateş açıldığı yönündeki iddiaları kabul etmediğimizi belirtmekle birlikte, iddianamede bahsedilen "alınan beyanlardan" kasıt, müşteki Alper Ünek ve etkin pişman şüpheli Emre Kutlu'nun ifadelerinde kullandıkları anlatımlardır. Bunlar şu şekildedir:

 

 

 

Alper Ünek 14.07.2018 tarihli emniyet ifadesi: "(Erkek Kardeşler) örgüt karargahında kule diye tabir edilen yerde sıra ile nöbet tutarlar ve örgütün legal ve illegal her işi yapar, örgüte maddi destek sağlar, ayrıca nöbet sistemi ile ana karargahtaki günlük iş ve işleyişleri yaparlar. Adnan Oktar isimli şahsın yakın korumaları da bu gruptan seçilir. Adnan Oktar bu gruptaki şahıslara şayet kolluk kuvvetleri kendisine karşı bir operasyon düzenlerse gelen kolluk kuvvetlerine ateş etmeleri ve kendisine kaçmak için zaman kazandırmaları talimatını vermiştir. Adnan Oktar şayet kendisi uğruna ölünürse şehit olacaklarını söylemiştir."

 

 

 

Emre Kutlu 16.10.2018 tarihli emniyet ifadesi: "Özel ders alan silahlı grupta Tarkan Yavaş, Mert Sucu, Alpar Sayın, Cüneyt Özyaşar, ayrılan Özkan Mamati, ayrılan Ümit Kuruca bu gruptaydı. Adnan Oktar bu gruba sürekli riskli bir durum veya bize karşı bir hareket olursa kim olduğuna bakmadan ateş etmelerini söylerdi. Bu söylem bir talimattı. Yayının yapıldığı stüdyonun önünde camları kurşungeçirmez bir kulübe vardır. Bu kulübede silahlı birkaç kişi ön güvenlik ekibi olarak bulunurdu. Bunlarda çok sayıda mermi ve şarjör vardı. Olası silahlı baskınlara karşı ilk karşılamayı yapmaları için görevlendirilmiş ve Adnan Oktar tarafından ateş etme emri kendilerine verilmişti."


Hem Alper Ünek, hem de Emre Kutlu bu anlatımlarını olayın yaşandığı 11.07.2018 tarihinden SONRA, olaydan haberdar olarak vermişlerdir. Alper Ünek husumetli bir kişidir ve elinden geldiğince zarar vermeye çalışmaktadır. Emre Kutlu ise Alper Ünek ve diğer müştekilerle temas içindedir, etkin pişman olarak kendini kurtarma korkusundadır ve bu sebeple diğer müştekilerin anlatımlarına harfiyen uyma gayreti içindedir.

 

OLAY TARİHİNDEN ÖNCE (11.07.2018) İFADE VERMİŞ DİĞER MÜŞTEKİ İFADELERİNİN HİÇBİRİNDE BU YÖNDE BİR ANLATIM GÖRÜLMEMİŞTİR. Hatta Emre

Kutlu'nun ifadesinde belirttiği sözde özel ders alan grupta yer aldığını iddia ettiği Özkan Mamati ve Ümit Kuruca bile polise karşı ateş açma talimatı gibi bir şeyden bahsetmemiştir. Bilakis, Ümit Kuruca'nın 13.11.2017 tarihli ifadesinde şöyle bir anlatım bulunmaktadır: "Adnan OKTAR, kapıya polis geldiğinde sıralı olarak anı anına ne gibi tedbirler almamız gerektiği ile ilgili geniş kapsamlı bilgiler vermiştir. Eğer polis "arama yapmak istiyoruz" ya da "şu kişi burada mı?" gibi sorular sorarsa, kesinlikle kapıyı açmayıp, Adnan OKTAR'a ve bacılara bilgi vererek "avukatımızı bekliyoruz" şeklinde zaman kazanılmasını isterdi." NİTEKİM ALPER ÜNEK VE EMRE KUTLU MAHKEMENİZ HUZURUNDA VERDİKLERİ İFADELERDE BU HUSUSLARDAN HİÇ BAHSETMEMİŞLERDİR.

 

Dolayısıyla, iddianamede ortaya konan güya “örgüt lideri tarafından muhtemel adli operasyon esnasında kimin ne şekilde davranacağı, nöbet sistemine müdahil şahısların Emniyet birimlerine intikal ettiğinde ne şekilde hareket edeceği ve gerektiğinde silah kullanmaktan çekinilmemesi gerektiği" anlatımı TAMAMEN HAYAL MAHSULÜDÜR.

 

İddianamede "nöbet sistemine müdahil şahısların Emniyet birimleri intikal ettiğinde ne şekilde hareket edeceği ve gerektiğinde silah kullanmaktan çekinilmemesi gerektiği" şeklinde beyan edilen durum, Mert Sucu vakasında YAŞANMAMIŞTIR.


Daha da önemlisi, iddianamedeki anlatıma ve atıfta bulunduğu kişilerin ifadelerine göre, güya emniyet birimlerine ateş etme talimatı "erkek kardeşler grubunda nöbet tutan" tüm kişilere yönelik bir talimattır. Oysa aynı ikamette gözaltına alınan Kartal İş, Alpar Sayın, Orhan Mazıcı, Bedri Edis Yılmaz, Nihat Balaban, Melih Çelikler, Halil Hilmi Müftüoğlu, Tarık Koç, Korkut Yasa, Burhan Efeoğlu, Ahmet Oktar Babuna ellerinde her türlü imkan olmasına rağmen silahlı direniş göstermemiştir. Eğer iddianamede öne sürüldüğü gibi bir silahlı direniş yönünde ortak tavır söz konusu olsaydı bu kişilerinin hepsinin aynı tavrı göstermesi gerekirdi. Arama mahalline gelen polislerin kapalı kapılarla, mevzilenmiş silahlı kişilerle, direnişle, mukavemetle karşılaşmaları gerekirdi. Oysaki, görevliler sonuna kadar açılmış kapılarla kendilerine yardımcı olan güler yüzlü insanlarla karşılaşmışlardır.

 

İddianameye dayanak yapılan Alper Ünek'in ifadesine göre, polise ateş etme talimatı güya Adnan Oktar'ın kaçabilmesine zemin oluşturma ve vakit kazandırma amaçlıdır. Bu iddia olayın zamanlaması açısından gerçek dışı olmakla birlikte, o an derin uykuda ve olup bitenden çok alakasız bir noktada ve habersiz olan Mert Sucu'nun bu amaca yönelik hareket ettiğini iddia etmek imkansızdır. Mert Sucu o an ne Adnan Oktar'ın konumundan ne de dışarıda olanlardan haberdar değildir.

 

Müvekkil Adnan Oktar'ın ikametten ayrıldığı saat, kamera kayıtlarına göre 04:47

  04:50 aralığındadır. Oysa Mert Sucu olayının yaşandığı saat, tüm resmi raporlara ve polis ifadelerine göre 06:00 – 06:30 arasındadır. Müvekkilin ikametten ayrılmasından yaklaşık 1,5 saat sonra Mert Sucu'nun ona "kaçması için zaman kazandırmak" amacıyla polisle silahlı çatışmaya girdiğini iddia etmek hayatın doğal akışına aykırıdır.

 

Öte yandan, bu iddia zaten çok mantıksızdır çünkü farklı şubelerden yüzlerce polis memurunun katıldığı hava destekli bir operasyon söz konusudur. Arama mahalline yüzlerce polis girmişken Mert SUCU'nun olduğu yere sadece 2-3 polis gitmiştir. Diğerleri arazinin  farklı  yerlerine  dağılmışlardır.  Mert  SUCU'nun  2-3  polisi


oyalamasının bir şeye yaramayacağı, diğer görevlileri durduramayacağı açıktır. Bu kadar kalabalık bir emniyet gücünün dahil olduğu operasyonda, arazinin ücra bölümünde yer alan odanın içinde olan Mert Sucu'nun Adnan Oktar'ın güya kaçışını kolaylaştırması, ona vakit kazandırması imkansızdır. Nitekim aynı anda ikametin çeşitli noktalarında başka başka ekipler arama, el koyma ve yakalama çalışmalarını devam ettirmektedirler.

 

İddianamede yapılanmanın güya silahlı suç örgütü olduğuna delil olarak kullanılan bu hadise, şu şekilde yorumlanmıştır:

 

"Bahse konu olay, operasyonun başlangıcında, örgüt merkezine giriş esnasında yaşanmış olsaydı, anlık bir reaksiyon neticesinde yaşandığı ve refleks olarak yahut da muhtemel saldırıya reaksiyon olarak gerçekleştiği düşünülebilirdi. Ancak olay, operasyon başlayıp, örgüt merkezinin büyük kısmında hakimiyetin sağlandığı, aramaların devam ettiği ilerleyen saatlerde gerçekleşmiştir. Bu sebeple silahlı saldırı olayının, ifadelerde geçen örgüt içi tedbirler kapsamında örgüt liderlerinin talimatları doğrultusunda gerçekleştirildiği değerlendirilmektedir."

 

Görüldüğü gibi iddianamede bahse konu olayın ilerleyen saatlerde gerçekleştiği belirtilerek, bunun operasyonun başlamasından saatler sonra gerçekleştiği öne sürülmüş ve bu anlatım üzerinden güya "silahlı direniş" iddiası uydurulmuştur. Oysa Olay Yeri İnceleme Ekibinin raporunda açıklamalar kısmında operasyonun saat

06.00 sularında başlatıldığı belirtilmiş ve sözde ateş etme olayının ise yine saat 06.00

sıralarında olduğu tutanağa geçirilmiştir.






Yani iddianamede öne sürülen "ilerleyen saatler" anlatımı doğru değildir. Ayrıca, bahse konu adres için 11.07.2018'de düzenlenen YAKALAMA EL KOYMA TUTANAĞI'nda bu olay şöyle anlatılmış:



Dolayısıyla Savcılığın bu iddiayı güya "örgüt içi tedbir olarak örgüt liderinin talimatı ile olmuş" gibi yansıtması hatalı olmuştur. Zaten bu şekilde bir talimat olsa idi, o sırada evde olan (ve diğer tüm evlerde olan} silah sahibi diğer kişilerin de iddia edilen davranışı sergilemeleri gerekirdi. Ancak böyle olmamıştır.


Tüm bunların haricinde müvekkil Adnan Oktar her zaman polisimizin, askerimizin yanında olmuş, onları hayrı, iyiliği ve selameti için dualar etmiştir. Özel hareket polislerimizin, askerlerimizin çok zor şartlar altında sırf vatan müdafaası ve Allah rızası için görev yaptıklarını, her birinin çok mübarek insanlar olduklarını hem kendilerinin hem ailelerinin bizlere emanet olduklarını birçok kez dile getirmiştir. Müvekkilin bu konuşmalarından sadece birkaç örnek vermek gerekirse:

 

"Bir de özel harekatçı aslanlarımızı kuş sütüyle besleyelim. Yedikleri içtikleri helal. Biz istemiyoruz kardeşim bize ne olsa yeter ekmek arasına peynir bile olsa bize bol bol yeter. Ama özel harekat öyle değil kışta kıyamette karda çok ağır eğitim alıyorlar. Çok iyi beslenmeleri gerekir. Gani gani helal olsun. Okulların sayısını artıralım, imkanlarını genişletelim. Yüz binin üstünde aslanı bekliyoruz özel harekatçı. Mübarek bir taifedir sağlam delikanlılar hepsi. Bak diyorsam bir bildiğim var. Hepsi sağlam delikanlı maşaAllah. Hepsi kabadayı, kabadayı olmaları en güzel vasıfları. Mümin muttakiler en güzel vasıfları ve buna bağlı olarak da kabadayılar. Gerçek kabadayı ama böyle hakiki kabadayı maşaAllah. 27 KASIM 2017 – A9 TV"

 

"ŞERİFKAN SÜLEYMANİYELİ: Van Polis Harekat, Polis Özel Harekat timleriyle ve Diyarbakır Jandarma Özel Hareket timleri Afrin'e gönderildi. Van Emniyet Müdürlüğü Özel Harekat Şube Müdürlüğü'nde görevli 44 kişilik iki tim için uğurlama töreni düzenlendi. Özel Harekat Şube Müdürlüğü'ndeki törende kurbanlar kesildi, dualar edildi.

 

ADNAN OKTAR: Aslanlara Allah yardımcı olsun. Özel Harekatın sayısı artırılsın. Okullarının sayısı artırılsın yıllardan beri söylüyorum, çok büyük bir ihtiyaç bu, çok önemli bir konu. Gereği yapılsın. Okul sayısı, en az 200 bin Özel Harekatçı olsun en az. Aslan gibi delikanlılarımız var çok iyi yetiştiriliyor. Özel Harekat hocaları da bayağı değerli hocalar. Çok güzel yetiştiriyorlar aslanları. Özel Harekat Türkiye'nin kalbi, çok hayatidir. {22 Şubat 2018 A9 TV)"


"BÜLENT SEZGİN: İzmir şehidimiz Fethi Sekin İngiliz basınında da kahraman ilan edildi Adnan Bey. İngiliz The Daily Mail Gazetesi, internet sitesinde kahraman polisimiz Fethi Sekin'in fotoğraflarını paylaşarak, Sekin'in teröristleri fark ederek gösterdiği mücadeleyi dakika dakika anlatan bir haber yaptı.

 

ADNAN OKTAR: Fethi kabadayının hası. Delikanlının hası, kabadayı böyle olur işte, delikanlı böyle olur. Yani hayran olduk. Elinden yüzünden de nur akıyor, evlatları son derece müsterih ve rahat olsunlar. Çok şerefli bir babaya sahipler. Sonsuza kadar yaşayacak bir insan var. Fethi, sonsuza kadar yaşayacak bir insan. Sakın yanlış anlamasın çocuklar hani 1babamız aramızda değil" gibi öyle bir şey yok. Hayatında hiçbir kesinti yok ve sonsuza kadar yaşayacak bir insan. Ama bu sonsuza kadar yaşaması mükemmel bir yaşama tarzında. Burada da kalırdı, belki bir on, yirmi, otuz, kırk sene daha yaşardı, giderdi yine ahirete. Ama Cenab-ı Allah çok şerefli bir gidişle yanına götürdü. Onun için bundan onur duysunlar, şeref duysunlar çocukları. Sakın fütur vermesinler. Kalplerinde bir inşirah, bir ferahlık olsun. 7 OCAK 2017 A9 TV"

 

"ADNAN OKTAR: Show TV'de "Kalp Atışı" isimli doktor dizisinde özel harekatçı polisleri aciz gösteren bir program yapılmış. Çok ayıp yapıyorlar. Bilinçaltı kurgulama yaptıklarını düşünüyor olabilirler. Özel harekatçılar son derece aklı başında, yaman, uyanık, keskin akıllı, becerikli, vazifesini bihakkın yerine getiren aslanlardan oluşan bir topluluktur. Çok güzel eğitim alıyorlar çok da başarılılar. Onları böyle acemi, başarısız, güçsüz, acz içinde göstermeye kalkmak Show TV'ye yakışmadı. 11 EYLÜL 2017 A9TV"

 

 

 

Müvekkilin gerçek ve samimi düşünceleri bu şekildedir. Nitekim tarih boyunca sergilediği davranışları da hep bu samimi düşünceleri destekler nitelikte olmuştur. Örneğin 1999 yılında yapılan polis operasyonunda da aynı adrese ve beraberinde çok sayıda eve polis baskınları yapılmış, o tarihte de silah sahibi kişiler  bulunmasına  rağmen  kimse  silahına  davranmamış  hiçbir  olay


yaşanmamıştır. Ayrıca müvekkilin 1991 senesinde emniyette yiyeceğine kokain artık maddesi katılarak komploya maruz kalmıştır. 1999 senesinde müvekkil ve arkadaşları emniyette ağır işkenceler maruz kalmışlardır. Yine devam eden senelerde bazı emniyet polisleri tarafından çeşitli komplo ve kumpasın mağduru olmuşlardır. Ancak bunların hiçbirisinde emniyet teşkilatımıza, polislerimize ve devlet yetkililerimize olan gerçek bakışları ve saygılı davranışlarında hiçbir değişiklik olmamıştır. Kendilerine komplo kurduğunu düşündükleri kişiler için ise yasal şikâyet haklarını kullanarak haklarını hukuk nezdinde aramışlardır.

 

MERHUM PROF. DR. SAYIN CEVAT BABUNA'NIN CENAZESİNDE YAŞANDIĞI İDDİA EDİLEN HADİSELER DOĞRU DEĞİLDİR. İDDİANAMEDE "SİLAHLI EYLEM" OLARAK NİTELENMESİ MÜMKÜN DEĞİLDİR.

 

Merhum Prof. Dr. sayın Cevat BABUNA'nın cenazesinde dosya sanıklarından bir kısmının güya silahlı olarak hazır bulunduğu ve cenazedeki akrabalara rahatsızlık verdiği iddia edilmektedir. Bu iddia tamamen gerçek dışı olup bizzat iddianın tarafı olan müştekilerce dahi yalanlanmaktadır. Sayın Cevat Babuna'nın eşi olan müşteki L. Semin Babuna ve torunu olan müşteki Emre Yaşar Ertüzün bu iddiaları mahkemeniz huzurunda bizzat yalanlamışlardır.

 

Sayın Cevat Babuna'nın eşi müşteki L. Semin Babuna huzurdaki ifadesinde;

"HAYIR BEN SİLAH GÖRMEDİM BEN TEHDİDE UĞRAMADIM."

 

Müşteki Emre Yaşar Ertüzün'ün huzurdaki ifadesinde ise Sayın Mahkemeniz ile arasındaki şu şekilde soru-cevap geçmiştir:

 

"Başkan: Bunların silahlı olduğunu nerden biliyordun

 

EYE: hava sıcaktı ceketli gelmişlerdi AO onları silahlı gönderdi biliyordum


Başkan: Tehdit şantajda bulundular orada? EYE: Tehdit şöyle ...

Başkan: Soruma cevap ver

 

EYE: Efendim amfiden kaldırıldı cenaze olay çıkmadı he yarım metre

dibimize gelip fotoğraflarımızı çektiler bizi tahrik ettiler birşey demedim

dedeme hürmeten”

 

Görüldüğü üzere iddiaya konu olayın bizzat içerisinde bulunan müşteki o gün olay çıkmadığını söylemektedir. Üstelik cenazeye gelen kişilerin üzerinde silah olup olmadığı hususunda net bir bilgiye sahip olmadığını, sadece sıcak havada ceketle geldikleri için böyle bir tahminde bulunduğunu söylemiştir. Halbuki o gün aynı cenaze törenine ceketle katılan birçok insan daha bulunmaktadır. Bu tek başına kişilerin üzerinde silah olup olmadığını gösteren bir durum değildir. Müşteki kendisine silah gösterilmediğini, hiçbir tehdit veya şantaj olayının da yaşanmadığını açıkça ikrar etmiştir.

 

Kaldı ki iddianamede sanki delilmiş gibi yer verilen fotoğraflara bakıldığında silahlı olduğu anlaşılan hiç kimse görünmemektedir. O törende silahla işlenmiş bir suç da yoktur.

 

Ayrıca yine olay günü orada bulunan etkin pişman sanık Av. Fatih Doğan'da hem mahkeme ifadesinde hem etkin pişmanlık yasasından yararlanmak istediği ifadesinde, hiçbir arbede yaşanmadığını, kendisinin böyle bir olaya şahit olmadığı tüm samimiyetle beyan etmiştir.

 

Fatih Mehmet Doğan 30.07.2018 tarihli etkin pişmanlık ifadesi; "Şu şartlar altında bir tane delilim var, sorgum sırasında maddi manevi herşeyim üzerine yemin ettim, geriye sadece 2 çocuğum kaldı. Yani başka da çarem kalmadı, çok üzülüyorum ama 2 çocuğum üzerine yemin ederim ki ben o cenazede bir arbede görmedim, BEN O


CENAZEDE BİR ARBEDEYE KATILMADIM.”

 

Fatih Mehmet Doğan 11.03.2020 tarihli mahkeme ifadesi; "Dolayısıyla o cenazeye silahla gitmedim. Ben HERHANGİ BİR İTİLME KAKILMA OLAYINA RASTLAMADIM. Cenazeden bahsediyorum. Kendimde dahil olmadım."

 

Ayrıca cenaze törenine TBMM Başkanı Sayın İsmail Kahraman ve merhum Sayın Cevat Babuna'nın yakınları, aile dostları da katılmıştır. Birçok polis memurumuz ve özel harekat polisimizde orada hazır bulunmuştur. Nitekim Sayın İsmail Kahraman yakın korumaları eşliğinde orada bulunmuştur. Yani aşağıdaki fotoğraflardan da anlaşılacağı üzere oldukça kalabalık ve yoğun güvenlik önlemleri alınmış olan bir ortamda herhangi bir silahlı eylem yapılamayacağı açıktır. İddialara konu cenaze töreninin Sayın Mahkemenizin gözünde daha iyi canlanabilmesi bakımından o güne ait birkaç fotoğrafı paylaşmamızın faydalı olacağı kanaatindeyiz.









Görüldüğü üzere Savcılık, olay anına ait görgüye ve bilgiye dayalı tanıklıkları bulunan müşteki ve etkin pişman sanıkların beyanlarını göz ardı ederek tamamen hayali ve soyut anlatımların peşinden giderek söz konusu cenaze töreninde yaşandığı iddia edilen olaylar üzerinden bir takım suç isnatlarında bulunmuştur. Bu tutum hem hukuken hatalı hem de vicdanen iyi niyetli değildir. Tüm bu nedenlerden ötürü iddianamede sözde örgütün silahlı bir eylemiymiş gibi gösterilmeye çalışılan bu iddialara itibar edilmemesi gerektiği kanaatindeyiz.

 

 

 

KORKUTUCULUK UNSURU YOKTUR.

 

Suç örgütünün bir diğer unsuru korkutuculuk olup bu unsurun hem örgüt içinde hem de örgüt dışında etki eder bir niteliğinin olması şarttır. Yani örgütün bu özelliğinden çekinilmeli ve örgüt bu özelliğini kullanmak suretiyle suç işleyip neticeye ulaşılabilmelidir.

 

Korkutuculuk unsuru, hiyerarşik ve komplike yapılanma içinde bulunan örgütten ayrılamama ve örgütün istediği şekilde hareket etme zorunluluğunu gerekli kılar. İddianamede ise suç örgütü olarak ifade edilen bu topluluğun korkutucu etkisi ortaya konulamamıştır. Yalnızca cinsel suçlar açısından birkaç müştekinin hayali iddialarını kendilerince makul bir zemine oturtabilmek adına, korktuğum için örgütten ayrılamadım gibi soyut, çelişkili ifadelerine yer verilirken dosya kapsamında müşteki olduğunu belirten birçok kişinin de elini kolunu sallayarak ayrıldığı ve dahi kimsenin kendisini rahatsız etmediğine dair onlarca ifade göz ardı edilmiştir.

 

Korkutuculuk unsuru yönünden aranması gereken, örgütün mevcut gücünün etkisi ile suç işleme kabiliyetidir. Aksine cinsel suçun mağduru olduğunu iddia eden kişiler beyanlarında korku ile değil; evlenme amacıyla ya da kişiyi beğendiği için güzel zaman geçirmek için cinsel birliktelik yaşadıklarından bahsetmektedir. Kaldı ki


arkadaş grubundan ayrıldığını iddia eden pek çok kişi bir anda, baskı ve zorlama olmadan ayrıldığını ifade etmiştir. Aynı şekilde 90'lı yıllarda dini görüş ayrılıkları sebebiyle onlarca kişinin bu gruptan ayrıldığı iddia makamı tarafından iddia edilmiştir

 

Yine iddianame kapsamında sevk maddesi olarak gösterilen diğer suçların hiçbirinde işlendiği iddia edilen suçların örgüt olduğu iddia edilen grubun korkutucu etkisi ile işlendiği yönünde bir açıklamaya dahi yer verilmemiştir.

 

Diğer yandan müvekkil ve arkadaşlarının toplum nezdinde hiçbir korkutucu etkisinin olmadığı da herkesin malumudur. Bilakis bu camia toplumun bir kesimince sempati ile karşılanırken başka bir kesimi tarafından ise ideolojik/felsefi birtakım gerekçelerle eleştirilmektedir. Buna karşın mevcut oluşumun toplumda korkutucu hiçbir yanı bulunmamaktadır.

 

Nitekim yargılama sırasında müdahil vekillerinin soru sorma adı altında son derece onur kırıcı ve hakaretamiz ifadelerine karşı dahi sanıklar nezaketlerini dahi bozmamıştır. Aynı şekilde uzun süre bu arkadaş grubu içerinde yer almış olan müştekiler bu arkadaş grubunun silahlı bir suç örgütü olmadığını çok iyi bildikleri için yıllardır sosyal medya yoluyla yahut telefon, posta vs. diğer yöntemlerle sanıklara tehdit ve hakaret içerikli mesajlar göndermeye çekinmemiştir. Bu belirtilen hususlar da bu arkadaş grubunda bir silahlı suç örgütünde bulunması gereken korkutuculuk unsurunun olmadığını göstermektedir.

 

Oysa müvekkil ve arkadaşları cana yakın, esprili, sevimli, insancıl kişilerdir. Müvekkilin arkadaşlarıyla canlı yayınlarda nasıl şakalaştığı, espriler yapıp hep birlikte kahkahalarla güldükleri ortadadır. Müvekkil Adnan Oktar'ın arkadaşları canlı yayınlarda ilgi çekici ve komik olmak için çok sayıda eski Türk filmi canlandırmasında rol almışlar, bu filmler A9 TV'de canlı yayınlarda defalarca gösterilmiş, ayrıca internete de yüklenerek Youtube gibi platformlarda binlerce kere paylaşılmıştır.


Sözde suç örgütünün güya en üst düzeyde yöneticisi olduğu iddia edilen kişileri bu rollerde seyredenlerin, onların "caydırıcılığı" hakkında ne düşünecekleri aşikardır.

 






Benzer başka bir uygulama, yine canlı yayınlarda zaman zaman yapılan eğlenceli fotoğraflarla devam ettirilmiştir. Huzurdaki davanın sanıklarının o dönemki eğlenceli fotoğrafları ekrana getirilirken müvekkil Adnan Oktar da bu fotoğraflara esprili yorumlar yapmış ve hep birlikte gülünüp eğlenilmiştir.










 

Hem müvekkil hem de arkadaşları yine canlı yayınlarda rock'n roll müzik veya Ankara Havaları eşliğinde hararetli dans performansları sergilemişler, kendisine "korkutucu, caydırıcı" bir görünüm vermek isteyecek kişilerin hiçbir şekilde yanaşmayacağı eğlenceli figürleri samimi bir şekilde icra etmekten çekinmemişlerdir.






Zaman zaman kareoke uygulaması bile yapılmış, yine canlı yayın sırasında mikrofonu alan kişiler şarkılar söylemiştir.


 

Müvekkil Adnan Oktar da tüm bu performanslara hep esprileriyle katılmış, zaman zaman da kelime benzerliklerinden çıkarak yaptığı esprilerle hem bulundukları ortama hem de izleyen kişilere eğlenceli anlar yaşatmışlardır.

 

Tüm bunlar kamuoyunun gözü önünde olmuştur. Müvekkil ve arkadaşları kamera arkasında nasıllarsa önünde de aynıdırlar. Aynı eğlence, sohbet, muhabbet ortamı her zaman devam etmektedir. Hiçbir zaman yapmacık olmak, olduğundan daha farklı görünmek gibi amaçları ve niyetleri olmamıştır.

 

Burada şahit olunan atmosfer bize çok açık bir gerçeği göstermektedir: Müvekkil ve arkadaşlarının "suç örgütü" gibi bir oluşum meydana getirme niyetleri bulunmamaktadır. Bu kişiler birbirlerini çok seven, çok iyi anlaşan ve birbirlerini uzun yıllardır tanıyan bir arkadaş grubudur. Bir arada bulunma amaçları ise bir sivil toplum örgütü faaliyetleri çerçevesinde şekillenmektedir.

 

HUKUK GRUBU İSNATLARI DOĞRU DEĞİLDİR.

 

İddianamenin 159. sayfasında sözde bir hukuk grubunun varlığından bahsedilmiş ve bu grupla ilgili bir takım gerçek dışı ve iyi niyetten uzak isnatlarda bulunulmuştur. İddianamede bu grubun içerisinde, Mehmet Noyan Orcan, Halil Hilmi Müftüoğlu, Ali Emre Bukağılı, Kartal İş, Mehmet Orhan Mazıcı, Fatih Kılıç, Mustafa Işık, Korkut Yasa'nın  isimleri  sayılmıştır.  Bu  grubun  güya  örgütün  amaç  ve  faaliyetleri


doğrultusunda özellikle adliyede etkin olarak çalışmalar yaptığı, örgüt kurucusu- yöneticisi ve üyeleri hakkında açılmış herhangi bir dava olup olmadığının haftalık olarak sorgulandığı, ailelerden kalan miras davalarına müdahil olunması için çalışmalar yapıldığı, hakaret eden kişiler aleyhinde ceza ve tazminat davaları açıldığı, emniyet ve adliyelerde ifade vermeleri gerektiği zaman ne şekilde ifade vermeleri gerektiğini belirledikleri iddia edilmiştir. (İddianame sy 160-161}

 

Ancak öncelikle ve özellikle söylemeliyiz ki, iddia makamının bu iddialarının bir anlık akıl tutulması sonucu oluştuğu kanısındayız. Burada bir suçmuş gibi yazılan ve bu kişilere atfedilenlerin hiçbirisi suç değildir. Eğer ki bunları suç olarak kabul edeceksek ülkemizdeki tüm avukatlar ve hukuk bürosu çalışanları her gün mükerreren suçlar işlemektedir. Çünkü her avukat ve büro çalışanı müvekkilleri hakkında düzenli olarak savcılık ve mahkemelerde dosya kontrolleri yapar, hukuki haklarını (ceza-hukuk-miras vb} mahkemeler nezdinde arar bunlar için dilekçeler verir, adliyelerde takipler yapar, müvekkilleriyle görüşür vs şeklinde sıralayabiliriz. Bunların hiçbirisi suç olmayıp doğal hayatın birer zorunluluğudur.

 

Müvekkil ve arkadaşları yaklaşık 40 yıldır birçok hukuki davanın tarafı olmuşlardır. Kimi zaman müşteki/davacı, kimi zaman ise davalı/sanık konumunda olmuşlardır. Bu süreç içerisinde tabi ki hukuku da, kanunları da, mevcut uygulamaları da kısmen öğrenmişlerdir. Tabiri caizse alaylı olmuşlardır. Tüm bu uzun süreç boyunca hiçbir zaman hukukun dışına çıkmamışlardır, kanunların dışında olan tek bir eyleme dahi tevessül etmemişlerdir. Tehdit eden, hakaretler eden, şantajlar yapan, işkenceler ve komplolarda bulunan vs herkese karşı kanuna ve hukuka başvurmuşlardır. Başka bir yol hiçbir zaman akıllarında bile geçmemiştir.

 

İddianamede sözde hukuk grubu içerisinde isimleri sayılan kişilerden Fatih Kılıç 2009 yılından bu yana SGK'lı olarak hukuk bürosunda çalışmış, adliyelerde işler takip eden ve dolayısıyla da adliyelere gidip gelen, hukuk bürosuna girip çıkan ve haliyle avukatları da tanıyan birisidir. Mustafa Işık da yine aynı şekilde belli bir dönem hukuk


bürosunda çalışmıştır. Diğer kişiler ise uzun yıllardır birçok hukuki davanın ve olayın bizzat tarafı olmuş kişilerdir. Halil Hilmi Müftüoğlu 1999 operasyonunda gözaltına alınmış, işkence görmüş, sonrasında cezaevine gönderilmiş ve devam eden yıllarda da sayısız davalara taraf olmuştur. Aynı şekilde Kartal İş ve Korkut Yasa da işkence davasında taraf olmuş sonraki yıllarda FETÖ'cü emniyet memurları tarafından mağdur edildikleri için şikayetlerde bulunmuşlardır. Ali Emre Bukağılı'nın da bizzat müşteki olduğu birçok ceza davası bulunmaktadır. Mehmet Noyan Orcan ise marka patent vekilliği ve danışmanlığı yapan aynı zamanda Türk Patenti Enstitüsü nezdinde işler takip eden ve haliyle hukukla içe olan bir kişidir. Benzer durumlar diğer kişiler için de geçerlidir. Bu durumlar husumetli müştekiler tarafından da çok iyi bilindiği için gerçekler çarpıtılarak müvekkil ve arkadaşları zararlandırılmak istenmektedir.

 

İddianamenin 16. sayfasında Fatih Kılıç ile Av. Tuğba Bal arasında geçen bir telefon konuşması güya hukuk grubunun istihbarat üretme gücüne örnek teşkil ettiği şeklinde iddia edilmiştir. Halbuki deyim yerindeyse bu kadar havalı cümlelerle pazarlamaya çalışılan bu telefon konuşmalarının içerikleri basit ve sıradan dosya takibinden başkası değildir. Av. Tuğba Bal, hukuk bürosunda çalışan Fatih Kılıç'a vekaleti bulunduğu bazı dosyalar hakkında sorular sormaktadır. Bu dosyaların biri huzurdaki davanın soruşturma dosyasıdır. Dosya gizli olarak yürütüldüğünden dolayı sadece "savcılık sorgu" bölümünden dosya numarasıyla "açık" veya "kapalı" şeklinde yüzeysel bir sorgu yapılmaktadır. Nitekim bu sorgunun bir istihbarat üretme gücü olmadığı çok açıktır ki dosyanın içeriğinden hiç kimsenin yıllar boyunca haberi olmamıştır.

 

Diğer telefon konuşmasında ise Av. Tuğba Bal ile Fatih Kılıç, İstanbul ve Büyükçekmece adliyeleri arasında yetki uyuşmazlığı olup nihayetinde ağır ceza mahkemesi kararıyla İstanbul adliyesine gönderilen bir dosya hakkında konuşmaktadırlar. Bu konuşma, eğer dosya İstanbul adliyesine ulaştıysa vekalet sunup bir suretinin alınması için yapılmıştır. Yani basit, sıradan ve her gün binlercesi yapılan bir dosya takip işlemidir.


İddianamenin 164. Sayfasında Mehmet Noyan Orcan'a ait olduğu iddia edilen bir flash bellekteki bir doküman üzerinde güya operasyon kapsamında alınacak ifadelere karşı hazırlık yapıldığı iddia edilmiştir. Öncelikle söz konusu dijital materyalin el konma usullerinin CMK m.134'e aykırı olduğunu ve bu nedenle de hukuken bir delil değeri taşımadığını hatırlatmakta fayda görüyoruz.

 

Nitekim M. Noyan Orcan'da mahkemeniz huzurunda verdiği ifadesinde, bu flash diskin kendisine ait olmadığını Avukat Ayfer Bayer'e ait olduğunu, flash disk ve dosya yollarına bakıldığında bunun anlaşılabileceğini söylemiştir. Kaldı ki sanki bir suçmuş gibi gösterilmek istenen bu dokümanın içeriğinin de bir suç olmadığını, Tuğba Özkan'ın kendi şahsi bir davası hakkında avukatı ile arasındaki bir çalışmadan ibaret olduğunu söylemiştir. Özetle ortada suç unsuru içeren hiçbir husus yoktur.

 

İddia makamı iddianamenin 167. Sayfasında, "Davaların gidişatının örgüt aleyhine olan durumlarda "reddi hakim" talepleri sıklıkla başvurulan bir yöntem olarak kullanılmış" diyerek hukuki bir hak arayışını sanki hukuksuz bir durummuş gibi göstermeye çalışmıştır. Ancak bu çaba da tıpkı diğerleri gibi beyhude ve iyi niyetten uzak bir çabadır.

 

Öncelikle bu iddia tamamıyla gerçek dışı olup aynı zamanda hukuki gerçeklerden de çok uzaktır. Bilindiği üzere CMK m.31'de, "Mahkeme, kovuşturma evresinde ileri sürülen hakimin reddi istemini aşağıdaki durumlarda geri çevirir: a) Ret istemi süresinde yapılmamışsa. b) Ret sebebi ve delili gösterilmemişse. c) Ret isteminin duruşmayı uzatmak amacı ile yapıldığı açıkça anlaşılıyorsa denmektedir. Bu karara yapılan itiraz da mahkemeyi durdurmamaktadır.

 

Yani mahkeme eğer ret sebebini davayı uzatmaya matuf görürse CMK m.31 uyarınca talebin geri çevrilmesine karar vererek yargılamaya devam edebilmektedir. Bu nedenle de bir ret sebebine dayanarak davaların yıllar boyunca sürüncemede bırakılması gibi bir durum mevzu bahis değildir.


Müvekkil ve arkadaşları bazı davalarda reddi hakim taleplerinde bulunmuş, bu taleplerin bir kısmı kabul edilmiş bir kısmı ise ret edilmiş veya geri çevrilmiş ve yargılamalar devam etmiştir. Örneğin, İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesinde 2013/260 esas numarasıyla devam eden yargılamaya bakan mahkeme heyeti talep üzerine çekilme kararı almış ve nihayetinde İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi 16.10.2015 tarih 2015/745 D.iş sayılı kararıyla talebi onamış ve karar kesinleşmiştir. Bir başka örnekte ise İstanbul Anadolu 4. Sulh Hukuk Mahkemesi 15.01.2018 tarih 2018/1 D.iş sayılı kararıyla müvekkilin bir arkadaşının yargılandığı davada yaptığı reddi hakim talebini kabul etmiştir.

 

Görüldüğü üzere iddia olunanın aksine yapılan ret talepleri haklı ve yerinde gerekçelere dayanmaktadır. Kaldı ki bu reddi hakim taleplerin kabul edilmediği veya geri çevrilip devam edildiği yargılamalarda olmuştur. Ancak bunların hiçbirisi, hiçbir davayı sürüncemede bırakmamıştır ki böyle bir durum hukuken de mümkün değildir. Ancak bu basit ve sıradan bir hak arayışı dahi husumetli müştekilerce çarpıtılmış ve iddia makamı da bu soyut iddiaları sanki hukuki gerçeklermiş gibi iddianamesine taşımıştır.

 

İddianamenin 171. sayfasında doğruluğu dahi tartışma konusu olan bir takım açık kaynak araştırmalarına dayanılarak sözde hukuk grubunun bazı hakimler hakkında karalama faaliyetleri yaptıkları ileri sürülmektedir. Öncelikle bir ağır ceza mahkemesine tevdi edilen bir iddianamenin ciddi, ayakları sağlam şekilde yere basan, somut delillere dayanması beklenirken ne idüğü belirsiz bir takım yanlı ve gerçek dışı magazin haberlerinin dayanak yapılması ne hukuken ne vicdanen kabul edilebilir bir durum değildir. Bu haberler içeriklerini kesinlikle kabul etmiyoruz.

 

Müvekkil ve arkadaşları bugüne kadar hiçbir hakim veya savcımız hakkında karalama faaliyeti yapmamıştır. Nitekim hukuku en iyi bilen insanlar olan hakim ve savcılarımız gerçekte böyle bir durum olsaydı kanunlar nezdinde haklarını aralardı ve ilgili kişiler gereken cezaları alırdı. Ancak ne müvekkil ne de herhangi bir arkadaşının


bugüne kadar bu yönde almış olduğu bir mahkumiyet cezası bulunmamaktadır. Sadece bu durum bile iddiaların asılsız ve mesnetsiz olduğunun en somut göstergesidir.

 

Söz konusu açık kaynak haberlerine konu olay ise müvekkil ve arkadaşlarının örgüt suçlamasıyla yargılanıp aklandıkları İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesinde bir dönem görev yapmış hakimler hakkındadır. Adı geçen hakimler söz konusu dava kapsamında bazı hukuksuz işlemler yapmışlar ve bu nedenle de haklarında (eski adıyla} HSYK'ya şikayette bulunulmuştur. Bu şikayet neticesinde HSYK Üçüncü Dairesi B.03.1.HSK.0.70.12.01.101-01-34-5396-2011 dosya numarası üzerinden yaptığı inceleme neticesinde "kısmen inceleme izni" vererek yapılan talebin haklılığını ispatlamıştır.

 

Ancak açık kaynaklarda gösterilen haberlerde bu husustan hiç bahsedilmemektedir. Çünkü yapılan haberlerin tamamı yanlı ve gerçek dışıdır. Adı geçen hakimler hakkında kısmen inceleme izni verilmesine neden olan hukuksuzlukları kısaca şu şekilde özetleyebiliriz:

 

-        Yargıtay C.B.Savcılığı dava dosyasını 2 ayrı kez istemiş olmasına rağmen mahkeme dosyayı göndermemiş ve her türlü itiraza rağmen hukuka aykırı şekilde

1.5     sene boyunca yargılamaya devam etmiş ve sonucunda mahkumiyet kararı vermiştir.

-                Davada bazı sanıkların savunmaları alınmadan hüküm kurulmuştur.

-                Bazı sanıklarında bozmaya karşı beyanları alınmadan uyma kararı verilmiş ve hüküm kurulmuştur.

 

Özetle mahkeme heyeti Yargıtay C.B.Savcılığında 2 ayrı tarihte gelen müzekkereyi deyim yerindeyse sümen altı ederek dosyayı göndermemiş ve birçok hukuksuzluk işlem yaparak alelacele şekilde mahkumiyet hükmü kurmuştur. Bu nedenle de davanın bazı sanıkları hakimler hakkında şikayette bulunmuştur. Ancak tüm bu hukuka  uygun  süreç  gazete  manşetlerine  gerçeğinden  çok  farklı  şekilde


yansıtılmıştır. İddia makamı da bu gazete kupürlerini sanki hukuki delillermiş gibi iddianamesine taşımıştır.

 

İddianamenin dayanaksız şekilde ortaya koyduğu iddialardan birisi de, sözde hukuk grubunun kişileri yalancı şahitlik veya suç uydurma gibi eylemlere yönelttiği şeklindedir. Bu konuda kendisi de avukat olan ve yıllarca sanıklara ait hukuk bürosunda avukat olarak çalışmış olan etkin pişman sanık Fatih Mehmet Doğan'a SEGBİS ifadesi esnasında savcılık tarafından bir soru yöneltilmiştir. Kendisine yalancı şahitlik, suç uydurma konularında bilgisi olup olmadığı sorulmuş, kendisi böyle bir faaliyetten hiç bilgisi olmadığını ve bu tarz şeylere şahit olmadığını beyan etmesine rağmen tutanağa, "örgütün hukuk ekibi tarafından hazırlanan şikayet metinlerinde suç uydurma, bu suç için delil üretmek, örgüt mensuplarını yalancı şahit olarak kullanmak suretiyle adli makamlara suç duyurusunda bulunmak, masum insanlara kumpaslarla maddi manevi eziyet edilmek şeklinde faaliyetler yürütülmesine tanık oldum” ifadesi geçmiştir. Bir şahsın söylemediği sözleri tutanağa söylemiş gibi geçirilmesindeki dev hukuksuzluk, iddianamenin dayanıksızlığının da ispatıdır. İddianame baştan sona bu tip gerçek dışı beyanlar, çarpıtmalar, şahsi yorumlar, husumet ve nefret içeren kanaatler üzerine inşa edilmiştir. Bahsettiğimiz bu husus Fatih Mehmet Doğan'ın dosyada mübrez görüntülü ifade kaydına bakıldığında görülecektir.

 

İddianamede her ne kadar güya iftiralarla davalar açıldığı iddia edilmiş ise de, yargı makamları iddialara konu başvuruları haklı görmüş ve yargılamalarını yapmışlar ancak bu yönde tespitte bulunmamışlardır.

 

İddianamede yer alan yargılananlar hakkındaki, güya tazminat davaları açarak hukuksuz gelir elde ettikleri bu geliri örgütsel faaliyetlerde kullandıkları ithamı ise Türkiye'de ceza hukukunun duayenlerinden Ahmet Gökçen Hocanın da ifade ettiği gibi, "BU ÜLKEDE BÖYLE İTHAMLAR ÜZERİNE İDDİANAME OLUŞTURULMASI HUKUK AÇISINDAN İÇLER ACISI BİR DURUMDUR"


Tazminat davaları konusuna gelince; Ağır hakaret içeren paylaşımları yapan kişiler muhatapları tarafından önce uyarılmış, hakaretler ısrarlı şekilde devam ederse tamamen hukuka uygun şekilde bazı davalar açılmıştır. Ancak bu davalar iddianamede abartıldığı kadar çok sayıda değildir. Ayrıca iddianamede bu davaların güya gelir kapısı oldukları iddia edilmiştir. Ancak bu iddia da tıpkı diğerleri gibi hem somut gerçeklerden hem de hukuki gerçeklerden çok uzaktır.

 

Soruşturma kapsamında tüm sanıkların ve dahi avukatlarının banka hesapları incelenmiş ve hesaplara el konulmuştur. Eğer ortada gelir kapısı yapılacak derecede bir hesap hareketi olsaydı MASAK raporunda bunların tüm detaylarıyla belgelenmesi gerekirdi. Çünkü malum olduğu üzere dava sonucu icra marifetiyle alınan ödemeler icra dairesinden doğrudan banka hesabına gönderilmektedir. Aynı şekilde hazine tarafından yapılan ödemelerde banka hesabına yapılmaktadır. Savcılığın bu hukuki gerçeği bilmiyor olduğunu düşünmek dahi istemiyoruz. Ancak tüm bu gerçeklere rağmen hangi saiklerle böylesi bir iddiayı iddianamesine taşıdığını da merak etmekteyiz.

 

Kaldı ki Adnan Oktar canlı yayınlarda defalarca kendisinden özür dileyen kişileri affettiğini de dile getirmiştir. Dolayısıyla açılan bu davaların hukuk grubu tarafından finans kaynağı olarak kullanıldığı iddiasının hiçbir geçerliliği yoktur.

 

İddianamede özellikle "yurtiçi/yurtdışı ticaret alanında etkinlik göstererek örgüte finans sağlamak adına ticaret faaliyetleri yapılırken karşılaşılan problemlerin çözülmesi ve usulsüz olarak yapılan iş ve işlemlerin yasal hale getirilmiş gibi gösterilmesi için Hukuk Grubu tarafından çalışmalar yürütüldüğü, özellikle gerçekleştirilen dolandırıcılık faaliyetlerinin, ceza mahkemelerinde görülüp müeyyideyle karşılaşılmasının önüne geçilerek, Hukuk ve Ticaret Mahkemelerinde görülmesinin amaçlandığı" yönünde ifadeler bulunmaktadır.

 

İddianamede yer alan hemen hemen her isnat konusunda olduğu gibi bu konuda da sadece müşteki ve etkin pişman ifadeleri bulunmaktadır, bu iddiaların gerçek


olduğuna dair hiçbir somut delil ortaya konmamıştır. MASAK raporlarında şirket faaliyetlerinde hiçbir usulsüzlük tespit edilmemiştir.

 

Dolayısıyla sözde usulsüzlüklerin yasal hale getirilmesi gibi bir durum da söz konusu değildir. Kaldı ki MASAK Raporu'nda herhangi bir şirketin bir vergi borcu olduğu veya işlemlerinde şüpheli görülen bir durum olduğu gibi bir detay belirtilseydi dahi, bu konunun bir "hukuk grubu" ile alakası somut delillerle ispatlanmış değildir.

 

Son olarak yine iddianamede ve husumetli müştekilerin ifadelerinde geçen gerçek dışı ve iyi niyetten uzak "132 numaralı oda" hakkındaki iddialardan bahsetmek istiyoruz. Kandilli adresinde yer aldığı ve sözde hukuk ekibine ait olduğu ileri sürülen böyle bir oda gerçekte yoktur. Nitekim polis operasyonu kapsamında düzenlenen tutanaklarda böyle bir odanın varlığından bahsedilmemiştir. Ancak bahse konu yer aslında mutfaktır. Ancak mutfağa ait dahili numara kasıtlı olarak çarpıtılarak güya hukuk ekibinin faaliyet gösterdiği bir oda varmış gibi algı oluşturulmak istenmiştir. Bu iddiaların tamamını reddediyoruz.

GÜYA ÖRGÜT İÇİ EVLİLİKLER YAPILDIĞI İDDİASI DOĞRU DEĞİLDİR.

 

Husumetli müştekilerin ifadeleri aracılığıyla çarpıttıkları konulardan biri de müvekkil ve arkadaşlarının evlilik anlayışlarıdır. Dosyada müvekkilin arkadaşlarının evlilikleri husumetli katılanların ve onların tehditleriyle ifade vermek zorunda kalan kişilerin çarpıtmaları doğrultusunda örgütsel saikle yapılmış sahte evlilikler gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Bu yöndeki art niyetli çaba ne yazık ki Savcılık üzerinde de etkili olmuştur. İddianamede hiçbir geçerli gerekçeye dayandırılmamasına rağmen müvekkilin arkadaşlarının evlilikleri "kağıt üzerinde evlilik" olarak tanımlanmış ve güya aile kavramının içini boşaltmaya yönelik eylemler olarak gösterilmiştir.

 

Savcılığın şüphelilerin evlilikleri hakkında söz konusu hatalı değerlendirmede bulunmasına yol açan ana faktörlerden ilki kendi dünya görüşünü merkez alması ve genelde karşılaştığı standart aile tipini "tek doğru" kabul etmesidir. Halbuki


sadece Türkiye'de bile sosyal, kültürel, ekonomik, coğrafi, dini, mezhepsel, inançsal, vb. farklılıklardan kaynaklanan çok sayıda farklı kesim bulunmaktadır. Doğal olarak da her farklı kesime mensup insanın kendine özgü farklı bir dünya görüşü, yaşam biçimi, dolayısıyla da benimsediği ve doğru gördüğü farklı bir aile anlayışı ve yapısı vardır. Dolayısıyla iddianamede kastedilen ve güya sanıklarca bozulması hedeflenen "Türk aile yapısı"nın hangisi olduğu belirsizdir. Ancak iddianamede evli çiftlerin aynı evde yaşamaları gerektiğine çok vurgu yapılmasından hareketle, Savcılığın Türk aile yapısının en belirgin özelliği olarak "birlikte yaşama"yı gördüğünü söyleyebiliriz.

 

Halbuki eşlerin ekonomik, sosyal, ticari, vb. sebepler ya da zorunluluklar yüzünden zaman zaman ayrı kalmaları son derece doğal ve sık rastlanan bir durumdur. Kimse bunun eşlerin birlikte yaşaması ilkesine aykırı olduğunu iddia edemez. Örneğin eşi uzun yol otobüs şöförü olan bir kadının, kocasından günlerce ayrı kalması ya da eşi tır şöförü olan bir kadının kocasından belki haftalarca ayrı kalması son derece doğaldır. Eşi denizci olan bir bayan içinse bu ayrılık süresi kimi zaman ayları bulmaktadır.

 

Benzer şekilde, işi gereği sık sık yurt dışına seyahat eden ve orada belli süreler kalan işadamları da eşlerinden ayrı kalmaktadır. Hepsinden ötesi, kendisi yurt dışında çalışmak eşi de Türkiye'de kalmak zorunda olan birçok vatandaşımız eşini senede belki birkaç kere ve toplamda çok kısa sürelerle görebilmektedir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

 

İş ya da ekonomik nedenler dışında, yine karşılıklı rıza dahilinde, eşlerin zaman zaman annesi, babası, halası, teyzesi, amcası gibi akrabalarını ziyaret etmeleri onlarda kalmaları, kimi zaman memleketlerine gitmeleri, orada kalmaları gibi sosyal nedenlerden dolayı geçici olarak ayrı kalmaları kimsenin yadırgamadığı doğal durumlardır.

 

Dolayısıyla, bunlar ve benzeri çeşitli nedenlerden ötürü, ortak karar ve karşılıklı rıza


çerçevesinde fiziki ayrılık yaşamak zorunda kalan çiftleri birlikte yaşamamakla, sahte evlilik sürdürmekle, ya da birbirlerine karşı yükümlülüklerini yerine getirmemekle itham etmenin ne derece yersiz, anlamsız ve haksız bir itham olduğu açıktır.

 

Nitekim evli sanıklar arasında da bu tür durumlar ya da zorunluluklar nedeniyle zaman zaman ayrı kalanlar olmuş olabilir. Ancak, buna dair herhangi bir şikayet ya da hoşnutsuzluklarına kimsenin şahit olmaması, ortak kararları ve karşılıklı rızaları doğrultusunda evliliklerine yön verdiklerinin ve ortada birlikteliklerine ve birlikte yaşamalarına aykırı hiçbir durum olmadığının en açık göstergesidir.

 

Bununla birlikte Türk Medeni Kanunu'nun hiçbir yerinde "Türk aile yapısı" diye bir ifade ya da tanım yoktur. Bu tanım iddianamede yer alan, evlilikler konusundaki asılsız ve dayanaksız ithamlara sözde hukuki bir dayanak gibi gösterilmek amacıyla türetilmiştir. Gerçekte ise hukuki hiçbir belirleyiciliği olmayan, soyut ve sübjektif bir kavramdır. TMK'da, "Türk aile yapısı"nda olduğu gibi, "aile" kavramı da zamana, şartlara, bölgeye, ülkeye, vs.ye göre sıkça değişken bir kavram" olduğu için tanımlanmamıştır. Bu gerçeği ortaya koyan bir kaynakta şu ifadeler vardır:

 

AİLE KAVRAMI TÜRK MEDENİ KANUNUNDA TANIMLANMAMIŞTIR, çünkü kanun

koyucu aileyi sosyal bir gerçeklik olarak bulmuş ve onu kabullenmiştir. Günümüzün toplum düzeninde böylesine önemli yer tutan AİLENİN MUHTEVASININ VE ŞÜMULÜNÜN {İÇERİK VE KAPSAM) KANUN HÜKÜMLERİYLE TANIMLANMASI ZATEN

İMKANSIZDIR... {ÖZTAN Bilge, Aile Hukuku, 5. Baskı, Turhan Kitabevi, Ankara, 2004, Sahife 2 vd.)

 

Bu nedenlerle dosyadan müvekkil ve arkadaşlarının nasıl bir evlilik anlayışına sahip olduklarını ortaya koymamız gerektiği aşikardır. Bu anlayış ortaya koyulduğu takdirde müvekkilin arkadaşlarının evliliklerinde hukuka aykırı hiçbir durum olmadığı, sadece geleneksel evliliklerden "farklı" evlilik hayatı sürdürdükleri ancak bu farklılığın da sözde suç örgütü ideolojisinin bir yansıması olarak değerlendirilmesinin son derece yanlış olacağı anlaşılacaktır.


Müvekkil ve arkadaşları evliliği sadece Allah'ın rızasını kazanmak için bir araç olarak görmekte, esas olarak dünyadaki birliktelik için değil ahiretteki sonsuz birliktelik için yapmakta, hayatlarını evliliklerine göre değil evliliklerini hayatlarına göre şekillendirdiklerini beyan etmişlerdir. Bu beyanlarına göre;

 

·               Müvekkil Adnan Oktar bugüne kadar hiçbir arkadaşına evlenmesi veya boşanması yönünde talimat vermemiştir. Müvekkilin arkadaşları sadece kendi özgür iradeleri doğrultusunda evlenmiş veya boşanmışlardır.

·               Müvekkil Adnan Oktar suç örgütü lideri olmadığı için bugüne kadar hiçbir arkadaşına sözde örgüt ideolojisi doğrultusunda evliliğin nasıl olması gerektiği yönünde tarifte bulunmamıştır. Müvekkilin arkadaşları kendi dünya görüşleri doğrultusunda evliliklerini şekillendirmektedirler.

·               Müvekkil Adnan Oktar bugüne kadar hiçbir arkadaşına çocuk yapması veya yapmaması yönünde bir talimat vermemiştir. Müvekkilin evlenen arkadaşları bu konuda özgür iradeleriyle karar almışlardır. Müvekkilin arkadaşları arasındaki evliliklerde özellikle 21. yüzyıla girilmesiyle birlikte çocuk yapılmamasının ana nedeni, tüm dünyayı saran dinsizlik akımlarıyla mücadeleye daha fazla vakit ayırmalarını gerektiren ortak dünya görüşleridir.

·               Müvekkil ve arkadaşları Kuran-ı Kerim'den anladıklarına göre bir evlilik anlayışı benimsemişlerdir. Kuran-ı Kerim'deki De ki: 'Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır.'{En'am Suresi, 162. ayet) ayetini evlilik için de yol gösterici edindiklerini, bu doğrultuda evliliklerini de Allah'a adadıklarını belirtmektedirler. Nasıl samimi bir Müslüman namaz kılarken Allah'ın rızasını kazanmak dışında bir beklenti içine girmiyorsa, müvekkil ve arkadaşlarının da evliliklerden hiçbir beklentileri yoktur. Evliliklerini çocuk yapma, cinsellik yaşama, ev sahibi olma, itibar elde etme vb. amaçlar için yapmamaktadırlar.

·               Yukarıdaki maddeyle paralel olarak, müvekkil ve arkadaşları Mal ve çocuklar, dünya hayatının çekici süsüdür; sürekli olan 'salih davranışlar' ise, Rabbinin katında sevap bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır. {KehfSuresi, 46. ayet) ve Biliniz ki dünya hayatı; bir oyun, süs ve eğlencedir,


aranızda bir öğünme aracıdır, mal ve evlatta bir çoğalma yarışıdır, bitkisi kafirlerin hoşuna giden bir yağmur gibidir.{Hadid Suresi, 20. ayet) ayetlerinde işaret edildiği üzere çocuk ve mal hırsı duyan insanlar değil, sürekli olarak Allah'ın rızasını kazandıracak iyi ve faydalı işleri öncelikli gören insanlardır. Mümkün olduğu kadar vakit ve olanaklarını İslam'a hizmete yönlendirmişlerdir. Bu tavırları da onları klasik evliliklerde gözlemlenenden daha farklı bir hayatı beraberinde getirmiştir.

·               Yukarıdaki maddeye paralel olarak müvekkil ve arkadaşlarının evlilik anlayışlarını belirleyen ayetlerden biri de Ahzab Suresi'nin 28. ayetidir. Allah bu ayette, Ey peygamber, eşlerine söyle: "Eğer siz dünya hayatını ve onun süslü- çekiciliğini istiyorsanız, gelin sizi yararlandırayım ve güzel bir salma tarzıyla sizi salıvereyim."Eğer siz Allah'ı, Resulü'nü ve ahiret yurdunu istiyorsanız artık hiç şüphesiz Allah, içinizden güzellikte bulunanlar için büyük bir ecir hazırlamıştır."diye buyurmuştur. İşte bu ayette, evliliklerde Allah'ın ve ahiret yurdunun amaçlanmasının önemine yapılan vurgu nedeniyle, müvekkil ve arkadaşları da kendi evliliklerinde Allah sevgisini, Allah korkusunu, Allah rızasını kazanmayı ve ahiret yurdu için çalışmayı ön plana almışlardır. Bu yolu tercih etiklerinde ise, karı ve koca arasında geleneksel evliliklerde ön plana çıktığı görülen amaçlardan ve yöntemlerden doğal olarak uzaklaşmışlardır.

·               Tüm bu anlattıklarımız doğrultusunda belirtmemiz gerekir ki, müvekkil ve arkadaşlarının evlilik anlayışlarında karı ve kocanın sürekli bir arada yaşaması zorunlu değildir. Eğer İslam'ın menfaatleri ayrı yaşamayı gerektiriyorsa ve buna her iki taraf da razıysa evlenen insanlar en azından bir dönem ayrı evlerde veya şehirlerde yaşayabilirler.

 

Nitekim TMK 186.maddesinde de "birliği eşler beraberce yönetirler" ifadesi geçmektedir. Karı ve koca birliğin sınırlarını çizmekte serbesttirler. Eşlerin ekonomik, sosyal, ticari, vb. sebepler ya da zorunluluklar yüzünden zaman zaman ayrı kalmaları son derece doğal ve sık rastlanan bir durumdur. Eşlerin arasının bozulduğu durumlarda da taraflar uzun süre boyunca ayrı kalabilmektedir. Tüm bunların ötesinde vatanın, milletin, bayrağın ve dinin menfaati doğrultusunda devletimiz


haklı şekilde evli olan askerlerimizi de belki aylarca sürecek, belki de şehit olacakları savaşa gönderebilmektedir. Askerlerimiz de verilen bu görevi aşkla yerine getirmektedirler. Kimse bu durumların birinin bile eşlerin birlikte yaşaması ilkesine aykırı olduğunu iddia etmemektedir.

 

Müvekkil ve arkadaşlarının Kuran-ı Kerim yorumlarına göre, evlilik iddianamede empoze edilmeye çalışıldığı gibi sürekli aynı yerde yaşamaya ve çocuk yapmaya indirgenecek bir konu olmanın çok ötesinde son derece önemli bir ibadet ve Allah rızası için karşılıklı yapılan bir ahittir. İslam'ın ve dünyadaki Müslümanların menfaati gereği müvekkilin arkadaşları da evliliğin getirdiği bazı ayrıcalıkları ve menfaatleri göz ardı etmektedirler.

 

HEPSİNİN ÖTESİNDE MÜVEKKİL VE ARKADAŞLARI BU ANLAYIŞLARINI HİÇ KİMSEYE TELKİN ETMEMİŞLER, KİMSEYE BU KONUDA YÖNLENDİRME YAPMAMIŞLARDIR. ÖYLE Kİ İDDİANAME YAYINLANANA KADAR TOPLUMDA BİR ÇOK İNSAN MÜVEKKİL VE ARKADAŞLARININ BU ANLAYIŞLARINDAN HABERDAR BİLE DEĞİLDİR. DOLAYISIYLA İDDİANAMEDE YER ALAN TÜRK AİLE YAPISINI DEJENERE ETME İDDİASININ SOMUT BİR KARŞILIĞI YOKTUR.

 

·               Savcılık iddianamesinde şüpheliler arasında yapılan evliliklerin güya zorla tutulan kadınların hakkında şikayet yapılmasını engellemek, sözde örgütü karı veya kocaya düşecek mirastan faydalandırmak veya kişinin sözde örgütten ayrılmaması için ailesinden tamamen kopartılması amacıyla yapıldığını ileri sürmüştür.

 

Savcılığın tüm bu mantıkları çelişkiden ve çarpıtmadan ibarettir. Şöyle ki;

 

1)            Bir insan bir kişi veya toplulukla görüşmek istiyorsa, ailesi muhalif de olsa onlarla görüşmeye devam edebilir. Ters mantıkla düşünürsek bir insan birisiyle görüşmek istemiyorsa ailesi o kişiyle görüşmesini desteklese dahi onunla görüşmeyebilir. Dolayısıyla bir topluluğa mensup bireyi ailesi topluluğa muhalif diye


başkasıyla evlendirmek söz konusu hususları engellemek için mutlak bir çözüm değildir.

2)            Bir ailenin mirasından faydalanmak için insanları evlendirmek de mantıklı bir hareket değildir. Çünkü kimin ne zaman öleceği belli değildir. Nitekim insanlar anne ve babalarından önce vefat edebilir. Ayrıca 30-40 yıl sonra gerçekleşmesi muhtemel olan vefatlar için böyle bir eyleme kalkışılması makul gözükmemektedir. Kaldı ki bir insanın bugün çok zengin diye yarın yakınlarına büyük bir miras bırakabileceği de kesin değildir. Bir insan çocuklarına büyük bir miktarda borç da bırakabilir.

 

Ayrıca bir evladın, ailesinin mirasından pay alması için evli olması veya bekar olması da fark etmez. Evli olmadığı için mirastan pay alamaması gibi bir durum varmış gibi, iddianamedeki "ailelerden kalan mirası elde etmek" maksadıyla sahte evlilik yaptırıldığı iddiası hem mantık, hem de gerçek dışıdır.

 

Tüm bunlara ilaveten belirtmemiz gerekir ki, MÜVEKKİLİN ARKADAŞLARINDAN AİLELERİ ZENGİN OLANLARIN BİR ÇOĞU MÜVEKKİLLE BİRLİKTE OLDUKLARI DÖNEM  BOYUNCA  HİÇBİR  ARKADAŞIYLA  EVLENMEMİŞTİR.  Örneğin,  Serpil

Ekşioğlu, Elif Kral, Merve Büyükbayrak, Emine Kalça, Mine Kalça, Pelin Akçalı, Gizem Köknar, Dilem Köknar, Fatih Müftüoğlu, Emre Çalıkoğlu, Ediz Çalıkoğlu vd. gibi aileleri çok zengin olan bay-bayanlar iddia olunanın aksine evlenmemişlerdir. Bu da katılanlar tarafından ortaya atılan ve Savcılık tarafından hatalı biçimde itibar edilen sözde örgüt içi evlilik mantığını çürüten somut bir delildir.

 

3)            Müvekkilin güya zorla tutulduğu için hakkında şikayet yapılabilecek arkadaşlarını evlendirdiği iddiaları da mantıksız ve gerçekdışıdır. Nitekim müvekkilin, ailesinin müvekkille görüşmesini istemediği arkadaşlarının çoğu hiç evlenmemiştir. Hüma Babuna, Eda Babuna, Sinem Tezyapar, Selda İnal bu kişilerden bazılarıdır. Ayrıca daha önceden ailesi tarafından müvekkilin yanında güya zorla tutulduğu yönünde iddialarda bulunulan Mehtap Şahin, Tuba Bozkurt gibi kişiler de hiçbir


arkadaşlarıyla evlenmemişlerdir. Tüm bunlar Sayın Savcılığın değerlendirmelerinde yanılgıya düştüğünün açık delilleridir.

 

Müvekkilin evli arkadaşlarının birbirleriyle hiç görüşmedikleri iddiası husumetli müştekilerin yalanlarından ibarettir. Evli olanlar işlerinden arta kalan zamanlarda, seyahatte olmadıkları dönemlerde ellerinden geldiğince bir araya gelmişlerdir.

 

Sonuç olarak, müvekkil ve arkadaşları Allah rızasını kazanmak amacıyla yaşadığını ileri süren insanlardır. Evlilik anlayışlarını da Allah'ın rızasının en çoğunu kazanmak üzerine kurduklarını belirtmektedirler. Aralarında yaptıkları mevcut evlilikler geleneksel evlilik modellerinden farklılıklar içerse de suç örgütü ideolojisiyle değil İslam'ı yorumlama biçimleriyle şekillenmektedir. Yargılananların özgür beyanları bu şekildedir ve evliliklerinin de katılanların iftiralarından bağımsız olarak bu şekilde değerlendirilmesi gerekmektedir.

 

İDDİANAMEDE SÖZDE ÖRGÜT MERKEZİ OLARAK GEÇEN VE "DRAGOS" OLARAK ADLANDIRILAN YERE DAİR CEVAPLARIMIZ.

 

Savcılık iddianamesinde müştekilerin hiçbir somut delile dayanmayan hayali iddialarını tümüyle benimse yolunu tercih ettiğinden, "Dragos" olarak adlandırılan yeri de sanıklarca kurulduğu iddia edilen suç örgütünün merkezi gibi tanımlamıştır.

 

Savcılık her ne kadar böyle hatalı bir tanımlamada bulunsa da "Dragos" gerçekte yaklaşık 16 yıl boyunca Semih Selman Marangozoğlu'nun kiracısı olduğu, çevredeki halkın, basının ve emniyetin bildiği, emniyet mensuplarımızın birçok kez ziyaret ettiği ve bugüne kadar tek bir hukuk dışı eylemin bile yaşanmadığı, müvekkilin arkadaşlarının dostlukları ve evlilikleri çerçevesinde zaman zaman buluşup hoş vakit geçirdikleri bir yerdir.

 

Husumetli müştekiler ise bu somut gerçeği kasıtlı olarak çarpıtarak "Dragos" adı verilen yeri kadınların güya şiddete ve cinsel istismara maruz kaldığı, güya silahlı kişilerce 7 gün 24 saat kesintisiz korunan, güya insanlara kumpas kuran hukuk


ekibinin çalıştığı, sözde örgüt üyelerinin güya sürekli olarak aşağılandıkları ve hakarete uğradıkları bir yer gibi gösterebilmek için hayali olaylara dayanan ifadeler vermişlerdir. Ancak gerçekler hiçbir şekilde böyle değildir.

 

Savcılık iddianamesinin 73. sayfasında sözde örgüt liderinin ve yöneticilerinin güya bir arada yaşadıkları Üsküdar ilçesinin Kandilli semtindeki yer için "örgüt merkezi" tanımlamasında bulunmuş ve güya buranın sözde örgüt üyelerince soruşturma yapan makamların yanıltılması amacıyla kasten "Dragos" olarak adlandırıldığını ifade etmiştir.

 

Husumetli müştekilerin hayali senaryolarına dayandırılan bu değerlendirme hatalıdır. Savcılığın belirttiği gibi gerçekte Kartal ilçesinde yer alan Dragos bir dönem müvekkil Adnan Oktar'ın kalmış olduğu semtlerden biridir. Geçmişte müvekkilin arkadaşlarının günlük yaşantılarında sıkça telaffuz edilen bu semtin adı müvekkilin ilerleyen dönemde sıkça ziyaret ettiği Kandilli'deki konut için de kullanılmaya başlanmıştır. Ağız alışkanlığı olarak gelişen bu durum bir süre sonra müvekkilin arkadaşları arasında yaygınlaşmış zamanla da kalıcı hale gelmiştir.

 

Burada ilginç olan Kandilli'deki eve ağız alışkanlığı olarak "Dragos" deniliyor oluşunun çarpıtılarak örgütsel tedbir gibi yansıtılması ve bu art niyetli girişime Savcılıkça itibar edilmesidir. Kandilli'deki yere "Dragos" denilerek örgütsel tedbir uygulandığı yönündeki iddialar oldukça mantıksızdır. Bilindiği gibi örgütler tedbirli telefon konuşmalarını telefonların dinlenme ihtimaline karşılık yaparlar. Bu doğrultuda düşünürsek, müvekkilin arkadaşları arasındaki telefon konuşmaları eğer bir soruşturma kapsamında dinlenecek duruma geldiyse, konuşmaları değerlendirecek memurların "Dragos" ifadesiyle kastedilenin ne manaya geldiğini anlamayacaklarını düşünmek son derece saçmadır.

 

Çünkü her şeyden önce dinlenen telefon görüşmelerinde geçen "Dragos" ifadesiyle gerçekte neyin kastedildiği müvekkilin dosya kapsamında ifade veren eski arkadaşlarının tümü tarafından bilinmektedir. Bununla birlikte bu ifade müvekkil ve


arkadaşları hakkında geçmişte açılmış birçok soruşturma ve dava dosyasında da geçmektedir. İlk defa huzurdaki dosya kapsamında ortaya çıkan bir ifade değildir. Yani tüm bunlar "Dragos" ifadesiyle Sayın Savcılığın vurguladığı türden bir gizliliğin, dolayısıyla da örgütsel tedbirin asla sağlanamayacağını göstermektedir.

 

Bu bağlamda müvekkilin arkadaşları gerçekten suç örgütü mensubu olsalar telefon görüşmelerinde gizlilik sağlamak istedikleri takdirde asla kullanmayacakları kelimelerden birinin de "Dragos" olacağı aşikardır.

 

Ayrıca günümüzde telefonda başka bir semtin adı verilse bile dinlenen şahıstan alınan sinyallerden o kişinin hangi semtte olduğu kolaylıkla tespit edilebilmektedir. Dolayısıyla farklı bir semt ismi vererek soruşturmacı makamları yanıltmanın mümkün olamayacağı açıktır.

 

Bu anlattıklarımızdan gayet net anlaşılacağı gibi, müvekkil Adnan Oktar'ın zaman zaman ziyaret ettiği Kandilli'deki yeri örgüt merkezi gibi gösterebilmek için zorlama ve gerçekdışı mantıklar ortaya atılmıştır. Bu durum husumetli müştekilerin Sayın Savcılığı ve Sayın Mahkemenizi yanıltmak ve yönlendirmek amacıyla hareket ettiklerini açıkça göstermektedir.

 

Husumetli müştekiler ve onların baskı ve tehditlerle müşteki veya etkin pişman sanık yaptıkları kişilerin ifadelerine bakıldığında "Dragos" adı verilen yeri sözde örgüt merkezi gibi gösterebilmek için müvekkilin silah ruhsatı almış arkadaşları üzerinden bir senaryo ortaya attıkları görülmektedir. Müşteki ve etkin pişmanlara ait ifadelerde, devletimizin ilgili kurumlarının kapsamlı incelemeler neticesinde kanunen gerekli tüm şartları sağladıkları görüldüğü için silah ruhsatı verdikleri sanıklar sözde örgütün merkezi olarak nitelendirilen Dragos'ta nöbet tutan muhafızlar gibi gösterilmişlerdir. Dragos kasıtlı olarak, elinde av tüfekleri veya silahlarla dolaşan kişilerce korunan bir örgüt merkezi gibi yansıtılmak istenmiştir.

 

Halbuki burası, müvekkilin arkadaşlarından bir bölümünün işlerinden arta kalan


zamanlarda diğer arkadaşlarını görmek için uğradıkları, sohbet ettikleri, eşleriyle yemek yedikleri, kitap okudukları, mangal partisi düzenledikleri, manzaralı bir ortamda rahatladıkları, spor yaptıkları, yeşilin ve mavinin iç içe olduğu bir nevi sosyal tesis gibi de değerlendirilen bir yerdir. Aşağıda yer verdiğimiz resimler bu gerçeği doğrular niteliktedir.

 

Kandilli'de "Dragos" adı verilen yer konumu itibariyle deniz manzaralı ve ormanlık bir bölgededir. Müvekkilin arkadaşları geçmişte işlerinden arta kalan vakitlerde arkadaşlarıyla görüşmek, spor yapmak, temiz hava almak gibi sebeplerle sık sık buraya uğramışlardır. Aşağıda buranın her insanın beğenisini kazanacak ve buraya ait doğal güzelliklerinden birkaç örnek yer almaktadır:








Görüldüğü gibi burası adeta tatil köyü havasında bir yerdir. Burası insanların boğazı izleyebilecekleri teraslar ve orman içinde gezebilecekleri yürüyüş parkurları ile donatılmıştır. Müvekkilin arkadaşları buralarda birçok kez temiz hava almak, yürüyüş


yapmak, sohbet etmek hatta mangal yapmak için buluşmuşlardır. Nitekim Dragos'ta bulunan mangallardan biri aşağıda da görüldüğü gibi ATV Haber'in çekimine de yansımıştır:




 

Müvekkilin arkadaşları sağlıklı yaşamaya özen gösteren kişilerdir. Bu nedenle Semih Selman Marangozoğlu'nun kiracısı olduğu Dragos adlı yerde spor aletleri, solarium vb cihazlar içeren bölümler de bulunmaktadır. Aşağıda bu gerçeği ortaya koyan haber görüntüleri yer almaktadır:






 

 

 

İşte husumetli müştekiler, çevre düzenlemesi insanların rahat etmeleri ve huzur bulmaları için özenle yapılmış, zevkle dekore edilmiş yerleri örgüt merkezi gibi gösterebilmek için silahlı adamların sürekli nöbet tuttukları veya insanların şiddete maruz kaldıkları hayali senaryolar üretmişlerdir.


Müvekkil Adnan Oktar ve arkadaşlarına karşı yıllardır sürdürülen algı operasyonunda gerçekte var olmadığı için hiçbir zaman bulunamayan, ancak sürekli varmış gibi anlatılan gizli kamera görüntülerinden bahsedilmektedir. İnsanlara şantajda kullanıldığı iddia edilen gizli kamera görüntüleri yalanı 11 Temmuz 2018 tarihli polis operasyonundan sonra da hemen ortaya atılmıştır.

 

Dragos adı verilen yer geniş bir arazi içinde bulunduğu için kurulan ve arazinin çeşitli yerlerini gösteren güvenlik kameraları bir kısım medya tarafından orada kalan insanların özel hayatlarının gözlendiği kameralar olarak kamuoyuna yansıtılmıştır. Halbuki ilgili haberlere dikkat edildiğinde Dragos'taki insanların gözetlendiği oda olarak gösterilen yerdeki tüm ekranlarda bahçe görüntülerinin yer aldığı görülmektedir:





Her işyerinde, fabrikada, bahçeli evlerde, özel mülkte benzerlerine rastlanılan güvenlik kameralarının insanların hayatlarının gözetlendiği kameralar olarak yansıtılması müvekkil Adnan Oktar ve arkadaşlarına komplo kuran odakların gözle görülmesi mümkün olmayan konularda başka ne büyük yalanlar ortaya atabileceklerinin bir delilidir. Nitekim huzurdaki dosya bu yalanlarla doldurularak


müvekkil ve arkadaşlarının uzun yıllar hapis cezası almaları hedeflenmiştir. Aşağıdaki bazı fotoğraflarda buranın iddia olunan aksine arkadaşların bir araya geldiği, yemek yiyip sohbet edip eğlendiklerini bir yer olduğunu göstermektedir.














Tüm bu nedenlerle tekrar vurgulamak gerekir ki, Dragos adı verilen yer suç örgütü merkezi değildir. Bu yöndeki asılsız iddialar husumetli müştekilerin adli mercileri aldatmak amacıyla ürettikleri bir komplonun ürünüdür.

DİĞER SANIKLARIN İŞLEDİĞİ İDDİA EDİLEN MÜNFERİT SUÇLARDAN DOLAYI MÜVEKKİLİN SORUMLULUĞUNA GİDİLMESİ HUKUKA AYKIRIDIR.

 

Savcılık iddianamesinde sözde örgüt üyelerinin işlediğini iddia ettiği cinsel saldırı suçları da dahil olmak üzere bütün suçlardan güya örgüt yönetici olduğunu ifade ettiği müvekkil Adnan Oktar'ı da TCK md. 220/5 gereğince fail olarak sorumlu tutmak istemektedir. TCK md. 220'nin gerekçesinde, hükmün konuluş amacı, "örgüt yapısı içinde, kendisine suç işlemek gibi örgütün amacına uygun bir görev verilen kişi bu görevini yerine getirmezse, hemen yerine bir diğeri rahatlıkla ikame edilebilmektedir” düşüncesine dayandırılmıştır.

 

Doğrudan failin istendiği zaman yerine başkasının ikame edilebilmesi ve o kişi yerine başka bir kişinin de örgütün amaçları doğrultusunda suçu işleyebilecek


durumda olması, ancak sıkı organizasyon yapısına sahip mafya tipi örgütler ve terör örgütleri bakımından söz konusu olabileceği doktrinde kabul edilmektedir. Sıkı bir hiyerarşik yapıya sahip olmayan örgütler bakımından da TCK md. 220/5'in uygulanabileceği ihtimalinin kabul edilmesi, örgüt yapısı içinde doğrudan failin yerine bir başkasının rahatlıkla ikame edilebilmesi nedeniyle örgüt yöneticilerinin örgüt üyelerinin işlediği bütün suçlardan sorumlu tutulacağına ilişkin peşin bir varsayım gerçekçi değildir. Bu nedenle örgüt yöneticilerinin örgütün faaliyeti kapsamında işlenen suçların faili sayılabilmesi için suçun işlenmesini ne ölçüde güvenceye aldıklarının her somut olay bakımından değerlendirilmesi gerekir. Sıkı hiyerarşik bir yapıya sahip olmayan örgütlerde doğrudan suçu işleyen kişinin yerine bir başkasının ikame edilmesi mümkün olmadığından, her somut olayda doğrudan failin işlediği fiillerin hangi koşullar çerçevesinde örgüt yöneticilerine yüklenebileceğinin değerlendirilmesi gerekir. Örgüt yöneticisinin örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen suçla herhangi bir ilgisinin olup olmadığı araştırılmaksızın, yalnızca yönetici olması nedeniyle kişiyi işlemediği veya bağlantılı olmadığı bir suçtan cezalandırmak üçüncü kişinin fiilinden ceza sorumluluğu anlamına gelir ve ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesine (AY md. 38/7} aykırı olur7.

 

Dava konusu olayda örgütün varlığı kabul edilse bile, örgüte mensup olduğu iddia edilen bazı kişilerin özel hayatlarında yaşadıkları cinsel ilişkilerden örgüt yöneticisi olduğu iddia edilen kişilerin sorumlu tutulması mümkün değildir. Bir örgütün mensupları tarafından işlenen her suçun örgüt faaliyeti çerçevesinde işlendiğinin kabulü mümkün değildir. Dolayısıyla örgütsel davranış ile bireysel davranış arasında bir ayrım yapılması gerekir. Eğer bir fiil hiçbir surette örgütsel amaç çerçevesinde değilse ve örgütsel iradeye dayanmamaktaysa, örgütün birden fazla mensubu tarafından ayrı ayrı veya iştirak halinde gerçekleştirilmiş olsa bile, örgütsel davranış

 

 

 


 

7 Tezcan, Durmuş/Erdem, Mustafa Ruhan/Önok, R. Murat: Teorik ve Pratik Ceza Özel Hukuku, 6. Baskı, Ankara, 20 8, s. 983.


olarak nitelendirilemez8.

 

Bazı suçlar "bizzat işlenebilen suç" niteliğindedirler. Bu suçlarda fail, kanuni' tanımda yer alan hareketi bizzat kendi bedensel hareketiyle gerçekleştirmek zorundadır. Dolayısıyla bu suçlara müşterek fail olarak iştirak etmek mümkün olmayacağından TCK md. 220/5'in uygulanması da olanaklı değildir. Cinsel saldırı suçu da bizzat işlenebilen suçlardandır.



Daha yeni Daha eski