3. Esasa İlişkin Savunmalarımız
SUÇ ÖRGÜTÜNÜN UNSURLARI
OLUŞMAMIŞTIR.
Türk Ceza Kanunu'nun 220'nci maddesi; “Kanunun suç saydığı fiilleri işlemek amacıyla örgüt kuranlar veya yönetenler, örgütün yapısı, sahip bulunduğu üye sayısı ile araç ve gereç bakımından amaç suçları işlemeye elverişli olması halinde, iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır" şeklinde düzenlenmiştir.
Müvekkile isnat edilen ana suçlamada Türk
Ceza Kanunu'nun 220/1'inci maddesine göre suç işlemek amacıyla
örgüt kurma ve yönetme iddiasıdır.
Ancak
suç örgütünün varlığı için gerekli unsurların dava konusu olayda
oluşmadığı ve dolayısıyla da ortada
bir suç örgütünün bulunmadığı açık olup bu hususlar aşağıda tek tek açıklanmıştır.
SOMUT OLAYDA ORGANİZE
BİR YAPIYA SAHİP BİR ÖRGÜT YOKTUR.
Örgüt, sözlükte, ortak bir amaç veya işi gerçekleştirmek için
bir araya gelmiş kurumların veya kişilerin oluşturduğu birlik, teşekkül,
teşkilat" şeklinde tanımlanmıştır1. Örgüt niteliği
itibarıyla bir organize yapıyı gerektirir. TCK md. 220'yi de dikkate alarak
örgütü, en az üç kişinin bir araya
gelerek suç işlemek için oluşturduğu, hiyerarşik bir yapıya sahip olan organize
ve disiplinli bir birlik" şeklinde tanımlamak mümkündür.
TCK md. 220 anlamında bir örgütten bahsedebilmek için, organize bir yapıya sahip olması gerekir. Buna göre en az üç kişiden meydana gelmiş bir teşkilatlanma gereklidir. Suç örgütünün kabulü için en az üç kişinin bir araya geldiği fiili' bir birleşme
Türk Dil Kurumu, Türkçe
Sözlük, c: 2, 9. Baskı,
Ankara 998, "örgüt" maddesi.
yeterlidir. Bununla
birlikte hukuka uygun şekilde kurulmuş olan veya hukuka uygun amaçlar çerçevesinde faaliyet gösteren kuruluşları veya oluşumları, bünyelerinde suç işlendiği gerekçesiyle suç örgütü saymanın olanağı yoktur.
Özel hukuka veya kamu
hukukuna tabi olan bu tür kuruluşların içerisinde niteliği gereği mevcut olan
hiyerarşik ilişki örgütün varlığına karine teşkil etmez. Bu tür yapılardan
kaynaklanan ast-üst ilişkileri hukuka uygun olduğundan suç örgütünün hiyerarşik
özelliği olarak değerlendirilmemelidir. Böylece
kişiler arasındaki akrabalıktan, işyerindeki olağan çalışma pozisyonlarından,
idari hiyerarşiden, toplumsal hayatın olağan işleyişinden, sosyal, kültürel,
kişisel birlikteliklerden kaynaklanan ilişkilerden, bu ilişkilerin doğasında
taşıdıkları nitelikleri gereğince doğrudan bir hiyerarşik ve organize yapı
çıkarmak mümkün değildir2.
Somut olayda
içerisinde görev dağılımı
yapılmış bir örgütten
bahsetmek de mümkün değildir. Suç işlemek için kurulmuş bir örgütten bahsedebilmek için planlı bir ortaklık
ve iş bölümden bahsetmek gerekir. Oysa dava konusu müştekiler/itirafçı sanıklar,
Emniyet fezlekesi, iddianame ve hatta esas hakkında mütalaa birbirlerinden farklı bir teşkilatlanma yapısı
ortaya atmışlardır.
Oysa ki, müvekkil ve
arkadaşları inançları doğrultusunda yaşamak, Allah'ın varlığını ve birliğini insanlara anlatmak, sevgi,
dostluk, kardeşlik ve barışı tebliğ
etmek, Devlete itaati ve
vatanseverliği güçlendirmek ve bu kapsamda yayın, sempozyum vb. faaliyetlerde
bulunmak amacıyla bir araya gelmiş bir topluluktur. Bu tür faaliyetler din, ifade ve örgütlenme özgürlüğü kapsamında kalıp
temel bir insan hakkının kullanılması anlamına gelmektedir (AİHS md. 9-11;
AY md. 24-26}. Dolayısıyla hakkın kullanılması çerçevesinde yürütülen
faaliyetlerin suç örgütü kapsamında
değerlendirilmesi hukuka aykırıdır.
2 Kavlak,
Cihan: Suç İşlemek Amacıyla
Örgüt Kurma Suçu,
3. Baskı, Ankara,
20 7, s. 373.
ÖRGÜT SUÇUNUN YASAL UNSURLARININ
OLUŞABİLMESİ İÇİN, ÖRGÜT OLARAK İFADE EDİLEN BİRLİKTELİĞİN HANGİ TARİHTE
KURULDUĞUNUN TESPİT EDİLMESİ GEREKMEKTEDİR. DAVAMIZDA BÖYLE BİR TESPİT YAPILAMAMIŞTIR.
İddianamede müvekkil ve
arkadaşlarının sosyolojik anlamda bir araya geldiği yıllar olan 1979 yılı ve
sonrasındaki dönem, cezai anlamda kuruluş tarihi gibi aktarılmıştır. "Suç
örgütü" özünde bir suç anlaşması olduğuna göre, bu anlaşmanın bir
başlangıcı olmalıdır. O nedenle,
cezai anlamda bir suç örgütünden bahsediliyor ise bu anlaşmayı
yapanların belirsiz sayıda suç işlemeye
ne zaman karar verdiklerinin açıkça ortaya konulmuş olması gerekmektedir ki
iddianamede bu husus değerlendirilmemiştir.
Yukarıda yer verdiğimiz
beraat ve takipsizlik kararları, benzer isnatlara ilişkin açılan soruşturma ve
kovuşturmalar üzerine verilmiş olmasına rağmen, iddia makamı, önceki yargı
kararlarını göz ardı ederek hukuka aykırı bir şekilde müvekkil ve arkadaşlarının sosyolojik ve hukuki olarak
bir araya geldiği mahkeme ve savcılık kararları ile sabit olan dönemi güya suç
örgütü birlikteliği olarak tanımlamıştır. Temeli ön yargı üzerine
kurulan iddianamede, doğal olarak müvekkil
ve arkadaşlarının tüm ilmi ve
kültürel faaliyetleri, sözde
suç örgütü kapsamında sözde suç faaliyeti gibi lanse edilmiştir. Deyim yerindeyse, müvekkilin ve arkadaşlarının nefes almaları bile, örgüt
suçu olarak değerlendirilmiştir.
Sanıkların AVM'ye gitmeleri, doktora giden arkadaşlarına eşlik
etmeleri, ihtiyaç içinde olan dostlarına yardımda bulunmaları, birbirlerinden
ev veya araba satın almaları, birbirleriyle ticaret
yapmaları, evlenmeleri veya boşanmaları, çocuk sahibi
olmaları veya olmamaları, kıyafet tarzları, sosyal medyalarında paylaştıkları
fotoğrafları, yaptıkları iş toplantıları, kullandıkları arabaları, katıldıkları
davetler, sosyal çevrelerinde bulunan
herhangi bir siyasetçi
ile dostane ilişkileri, hatta
Suç işlemeyi hedeflemeyen sosyolojik anlamdaki legal bir
birliktelik, ceza hukuku anlamında bir örgüt sayılmaz. Böyle bir birlikteliğin içinde yer alan insanların günlük hayatına dair detayların başına
"örgütsel saik" kelimesini eklemekle hukuki bir tespit yapıldığı
iddia edilemez. Bu yüzden bir suç
örgütü ile sivil toplum örgütünün (birlikteliğinin} birbirinden dikkatlice
ayrıştırılması gerekir. Buna rağmen iddianamede, müvekkil ve arkadaş camiasının
sosyolojik anlamda doğumu ile TCK'nun 220. maddesi
anlamında doğumunun birlikte
gerçekleştiği ileri sürülmüştür.
Bu iddianın doğru olmadığı kesinleşmiş mahkeme kararlarıyla sabittir. Zira
yukarıda ifade edildiği üzere 1999 yılında da aynı iddia ile müvekkil ve dosya
kapsamındaki birtakım şüpheliler yargılanmış ve SÖZDE YÖNETİCİ OLDUĞU İDDİA
EDİLEN KİŞİLERİN DE DAHİL OLDUĞU BİR KISIM SANIKLAR HAKKINDA BERAAT KARARI
VERİLMİŞTİR. Bu kararda SUÇ ÖRGÜTÜ KURMA SUÇUNUN UNSURLARININ
OLUŞMADIĞI ifade edilmiş olup bu
karar da kesinleşmiştir. Dolayısıyla sözde suç örgütü olduğu iddia edilen
bu yapının varlığını, cezai anlamda takipsizlik ve beraat/düşme kararları
öncesine taşımak mümkün değildir. CMK'nın 172/2'nci maddesine göre;
"Kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verildikten sonra kamu davasının açılması için yeterli şüphe oluşturacak yeni delil elde
edilmedikçe ve bu hususta sulh ceza hakimliğince bir karar verilmedikçe, aynı
fiilden dolayı kamu davası açılamaz."
Anılan
hükümden de görüleceği üzere, aynı fiil nedeniyle daha önce verilmiş bir
takipsizlik kararı var ise, bu aynı fiilden dava açılması için Sulh Ceza
Hakimliği'nden karar alınması gerekliliği bir KOVUŞTURMA ŞARTI'dır. Müvekkil hakkında Suç Örgütü Kurmak isnadı ile
daha önce soruşturma yürütülmüş olup bu soruşturma takipsizlik kararı ile
neticelenmiştir.
Bununla birlikte davanın 17.09.2019
tarihli ilk celsesinde
sanıkların sorgusundan
önce tarafımızca CMK'nın 172/2 ve 223/8'inci maddelerine
istinaden "DURMA KARARI" verilmesi
talebinde bulunulmuş ise de bu talebimiz hukuka aykırı bir şekilde reddedilmiştir. Müvekkile isnat edilen ana suçlama sözde "Suç Örgütü
Kurma" suçudur.
CMK'nın 223/8'inci maddesine
göre ise;
"Türk Ceza Kanunu'nda öngörülen düşme sebeplerinin varlığı ya da soruşturma veya kovuşturma şartının gerçekleşmeyeceğinin anlaşılması hallerinde, davanın düşmesine karar verilir. Ancak, soruşturmanın
veya kovuşturmanın yapılması şarta bağlı tutulmuş olup da şartın henüz gerçekleşmediği anlaşılırsa; gerçekleşmesini beklemek üzere, durma kararı verilir. Bu
karara itiraz edilebilir."
CMK'nın
yukarıda yer verilen ilgili hükümlerinden de görüleceği üzere aynı fiilden daha
önce takipsizlik kararı verilmesi halinde kamu davası açılabilmesi için
öncelikle KOVUŞTURMA ŞARTI'nın
yerine getirilmesi gerekmektedir. Bu şart yerine gelene kadar da durmak veya
beklemek lazımdır.
Nitekim müvekkil
hakkında da TCK'nın
220'nci maddesinde düzenlenen "Suç Örgütü
Kurma" suçlamasıyla daha önce pek çok kez soruşturma yapılmış
ve bu soruşturmalar takipsizlik kararı ile neticelenmiştir. Bu açıdan
kovuşturmaya yer olmadığına dair kararın
usule uygun olarak kaldırılmaması durumunda kamu davasının açılamayacağı
tartışmasızdır. Ancak somut olayda olduğu gibi bir şekilde açılmış ve
iddianame kabul edilmiş ise CMK'nın 223/8'inci maddesine istinaden DURMA kararı
verilerek Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan eksiliğin giderilmesinin istenilmesi ve
eksiklik giderilemez ise DÜŞME kararı verilmesi gerekirdi.
İDDİANAMEDE AMAÇ SUÇ GÖSTERİLMEMİŞTİR. ÇÜNKÜ YOKTUR.
Legal
bir örgütlenme (dernek, vakıf, sendika vs} ile illegal bir örgütlenmeyi ayıran
yegane
hukuki özellik "amaç" ta gizlidir. Legal örgütlenmenin amacı "hak"
kullanmaktır. İllegal örgütlenmenin amacı ise "suç işlemek"tir.
Suç örgütünün varlığı için öncelikle ortada
bir amaç suçun bulunması zorunludur.
Nitekim TCK 220 maddesine göre; "kanunun suç saydığı fiilleri
işlemek amacıyla örgüt kuranlar veya yönetenler, örgütün
yapısı, sahip bulunduğu üye sayısı ile araç ve gereç
bakımından amaç suçları işlemeye
elverişli olması halinde, iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile
cezalandırılır."
Hükmün açık ifadesinden de
anlaşıldığı üzere suç örgütü kurma suçundan hüküm verilebilmesi için, örgütün
yapısının amaç suçları işlemeye elverişli olması gerekmektedir. Dolayısıyla öncelikle örgütün varlığı
için işlemeyi amaçladığı bir takım amaç
suçlar var olmalı ve örgüt yapısı da bu amaç suçları işlemeye elverişli
olmadır. Nitekim Yargıtay da bir grubun
suç örgütü olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceğini incelerken, öncelikle
amaç suç unsurunun gerçekleşip gerçekleşmediğini incelemektedir.
Müvekkil ve arkadaşlarının bir araya geliş amacı, ortak
değerlerini, ortak inançlarını paylaşmak bunları bilimsel, kültürel, sosyal
etkinliklerle anlatmaktan ibarettir. Suç işlemek gibi bir hedefleri ve amaçları
yoktur. Nitekim iddianamede sözde örgüt iddiasına ilişkin bir amaç suç
gösterilmiş değildir. Çünkü yoktur.
İddianamede örgüt olduğu
iddia edilen grubun amacı da TCK md. 220'nin aradığı şekilde ortaya
konulamamıştır. TCK md. 220 bir örgütün suç işleme amacını taşıması gerektiğini aramışken, iddianame dini birtakım referanslarla müvekkil Adnan OKTAR ve
çevresindekilerin dine aykırı birtakım davranışlar sergilediklerini (ki bu da tamamen iddia makamının şahsi
yorumudur, bu konuda sunabildiği bir uzman görüşü bulunmamaktadır), dine
aykırı davrandıklarını iddia etmiştir.
İddianamenin 32'nci sayfasındaki; "Adnan Oktar Suç Örgütünün Amacı"
başlıklı bölümde, sanıkların İslam ahlakını dünyaya yaymak, İslam'ı tebliğ etmek, lüks içinde
bir hayat sürme gayesi gibi
nedenlerle bir araya geldiği iddia edilmiştir. Söz konusu iddiaların mesnetsiz
olduğu ve cevapları gerekçeleriyle birlikte ayrıca anlatılacaktır.
Kaldı ki bu
iddiaların doğru olduğunu hayal etsek dahi, bunların hiçbiri kanunun suç saydığı fiiller değildir. Bu durum esasında mevcut birleşmenin suç örgütü
olmadığını, legal amaçlarla oluştuğunu da açıkça
ortaya koymaktadır. Nitekim
bir suç örgütünün varlığı
için suç işleme amacı etrafında fiili birleşme gerekmekte iken, müvekkilin ve
arkadaşları için böyle bir birleşmeden bahsetmek mümkün değildir.
İddianamenin "Adnan Oktar Suç Örgütünün
kuruluşu ve tarihsel
gelişimi" başlıklı ilk kısmında, müvekkilin 1979-80
yıllarında henüz öğrencilik döneminde Risale-i Nur çerçevesinde Mehdiyet
konulu, evrim ve masonluk karşıtı sohbetler yaptığı dile getirilmiştir. Herhangi bir suç işleme amacının olmadığı
burada bizatihi iddia makamınca ortaya konulmuştur. Bu noktada herhangi bir
suç unsuru tespit edemeyen savcılık, camilerde yapılan din içerikli sohbetleri dahi
örgütsel faaliyet olarak nitelendirmiş
ve müvekkilin arkadaş grubuna kendince illegal bir nitelik kazandırmaya
çalışmıştır.
İddianamenin ilerleyen
kısımlarında ise arkadaş grubundan farklı dini anlayış ve yorumlar sebebiyle
birtakım kişilerin ayrıldıkları belirtilmiştir. Bu husus dahi tek başına ortada bir suç örgütü değil inanç grubu
olduğunu ve bu kişileri bir araya getiren veya ayıran faktörün "inanç
birliği" olduğunu ispatlar niteliktedir. Bu demektir ki bu kişiler
suç işleme amacı etrafında değil, ortak
değerleri paylaşma amacı etrafında birleşmişlerdir.
Nitekim Savcılık, hukuki kimliğinin dışına çıkarak imani
ve dini literatüre ait konularda kendince tespitler yapmış ve bu kendi tespitlerine mutlak gerçeklermiş gibi
iddianamesinde yer vermiştir. İddia makamının, bu sübjektif tespitler üzerinden
insanları yargılaması hem gayrı hukuki hem de tehlikeli bir tutumdur. Zira söz konusu tespitlerinin birçoğu da iddia makamının dini konularda bilgisiz
olduğunu ortaya koymuş, bu
bilgisizlik İslami literatürde bugüne kadar örneği görülmemiş ilginç ve
gerçek dışı kavramların iddianameye geçmesine, yargılananların hayatlarını
bu akıllara ziyan kavramlar üzerine kurgulama gayretine, sonuç olarak da
anlamsız ve mantık dışı çıkarımlara sebep olmuştur.
Bir Cumhuriyet savcısının görevi,
şüphelilere isnat edilen
fiillerin yürürlükteki hukuk sistemine göre suç teşkil edip
etmediğini araştırmaktır. Cumhuriyet
savcılığının görevi dini referanslarla iddianame yazmak ve neyin İslam'a
aykırı olup olmadığına karar vermek değildir.
İslam dininin farklı yorumları ve bu dini benimseyenlerin de birbirlerinden
farklı yaşam tarzları olabilir. Cumhuriyet
savcılığının bu farklılıkları denetleme ve inceleme görevi ve yetkinliği
bulunmamaktadır. Kaldı ki Türkiye Cumhuriyeti anayasası tüm inançları ve
uygulamalarını koruma altına almıştır. Bir kimsenin bir diğerini "kendi
düşünce ve inancına uymadığı" için suçlu addetme yetkisi yoktur. Türkiye
toplumu tek bir inanç grubundan oluşmamaktadır. Sünni, Caferi, Alevi, Bektaşi
gibi farklı İslami inançlara sahip vatandaşların her birinin inancı ve uygulaması
bir diğerine yanlış gelebilir. Hatta 4 mezhep içinde dahi bir mezhebin helal
kabul ettiğini diğeri
haram kabul etmektedir. Bu durumda neyi esas
alarak birinin inancının doğru diğerinin dejenere olduğuna karar verileceği bir
muammadır. Her ne kadar böyle bir karar verilmesi ihtiyacı olmamakla ve her
vatandaşın istediğine istediği gibi inanma özgürlüğü olmasına rağmen, böyle bir
karar verilecekse bile bunun makamı
sayın savcılık makamı
değildir. Türkiye gibi çok
fazla sayıda farklı inanca sahip insanların yaşadığı
bir coğrafyada, tüm vatandaşların
bir arada huzur içinde yaşıyor olmalarının garantisi olan anayasanın laiklik
ilkesini hiçe sayarak dini yorumlarda bulunulması iddianameyi hukuk zemininden
çıkarmıştır. İddianame bazı durumlarda öyle ileri gitmiştir
ki, müvekkil Adnan OKTAR
ve çevresindekilerin dini' inançlarını sorgulama noktasına varmıştır.
Yine iddianamenin pek çok yerinde şüphelilerin güya Türk aile yapısını yok etmek, güya toplumsal değerleri dejenere etmek, güya kendi değerlerini toplumun zihnine işlemeye çalışmak gibi sözde amaçlar taşıdıkları belirtilmektedir. Bu iddiaların hiçbiri doğru olmamakla birlikte, belirtilen bu hususlar da kanunun suç saydığı fiiller değildir.
İddianamenin 32'nci
sayfasında yer alan "Adnan Oktar Suç Örgütünün Amacı" başlıklı
bölümün son kısmında ise, sözde Adnan Oktar suç örgütü olarak ifade edilen
yapının 1kanunun suç saydığı iddianamenin
ekinde yer alan sevk tablosundaki tüm suçları işlemeyi ve suçun her türlüsünün
mübah sayıldığı örgütsel yapının devamını amaçladığı
değerlendirilmektedir" şeklinde soyut ve hukukilikten uzak bir ifade
kullanılmıştır. Bu durum ise esasında amaç suçun tespit edilemediğini ve dolayısıyla suç örgütünün
unsurlarının ortaya konulamadığını göstermektedir.
İddianamenin 32.
sayfasında, Adnan OKTAR'ın sözde 'Mehdi'
olduğu inanışı çerçevesinde, temel olarak bütün dinlerin lideri olduğu ve
deccala karşı, Hz. İsa ile birlikte insanlığa liderlik
edeceği, sözde Mehdi
talebelerinin de – örgüt mensuplarının
– bu kutsal savaşta onun yanında yer alacakları, dünyadaki
bütün insanların liderliğini yapacağı ve bunun için zemin
hazırlayacak kişilerin, zamanı geldiğinde kendisinden Devletin başına
geçmesini talep edecekleri' hedefleriyle eylemlerini gerçekleştirdikleri anlaşılmıştır” denilmektedir. Bu iddiaların hiçbir doğruluğu olmamakla birlikte, sözde örgütün amacının bu şekilde hukuki
dayanaklarla değil, dini referanslarla ortaya konulması iddia makamının müvekkil
ve arkadaşları hakkında
suç teşkil eden somut
hiçbir fiili tespit edemediğini ortaya koymaktadır. {İddia makamının Mehdilik konusundaki tüm ithamlarına ayrıca cevap
verilmiştir.)
İddia makamı daha da ileri
giderek yine örgütün geçirdiği başkalaşımlar
ile dönemsel farklılıklar gösterdiği tespit edilmiştir. Bu kapsamda ilk
yıllarında Yahudilik ve Masonluk karşıtlığı ile faaliyetlerine başlayan
örgütün, ilerleyen süreçte mehdilik benzeri inanca sahip Masonlar, Tapınak
Şövalyeleri, İsrailli Hahamlar ile temaslarını güçlendirerek, bu toplulukların
Dünya çapındaki nüfuzundan faydalanmayı ve şartların olgunlaşıp, zamanının tam olarak geldiği kanaatine sahip olduğunda, sözde
'Mehdi' sıfatıyla ülke yönetiminde söz sahibi olmayı amaçlamıştır" (İddianame
s. 33} ifadelerine yer vermiştir.
Masonluk yasadışı bir
faaliyet değildir. Yine İsrailli Hahamlar ile görüşmek de suç değildir. Tapınak
Şövalyeleri ise, tarihe karışmış Hristiyan bir tarikattır. "Mehdi sıfatıyla ülke yönetiminde söz sahibi olmak" iddiası hukuki bir değerlendirilmesinin
yapılması mümkün olmayan, gerçek üstü ve gayri ciddi bir iddiadır. Bu iddia
aynı zamanda iddia makamının dini bilgisinin yetersizliğini bir kez daha gözler
önüne sermektedir. Zira, İslami kaynaklara göre Mehdilik siyasi bir makam
değildir. Yine hadislerde aktarılan bilgilere göre Mehdi'nin devlet yönetimini
ele geçirmek gibi bir amacı yoktur, tam tersine hadislerde Mehdi'nin zorla başa
geçirilmek istendiği anlatılmaktadır. Dolayısıyla
"Mehdiyet düşüncesiyle devleti ele geçirmek" iddiası kendi içinde
çökmüş, mantık dışı bir iddiadır.
Tüm bunların yanı sıra müvekkilin Mehdilik iddiası
olmadığına dair somut beyanları, Mehdi görünümü vermeyen hayatı,
yargılananların Mehdi beklentisi ile bir arada olmadıklarını ifade etmeleri ve
daha da önemlisi müvekkil ve arkadaşlarının 40 yıllık kültürel faaliyetleri
boyunca siyasi hiçbir faaliyet içinde yer almamış olmaları da iddia makamının bu anlatımlarını bir komplo teorisinden öteye götürmemektedir. Eğer müvekkil veya arkadaşları siyasi
beklenti içinde olsa bunu siyasete atılarak, devletin farklı kurumlarında çalışarak, bürokrasi içinde yer alarak
kolaylıkla yapabilecek yetenek, eğitim ve kalitede insanlardır. Böyle bir
ihtiyaç hissetmedikleri ve iddia makamının sandığı gibi bunu cazip de
bulmadıkları için siyasi bir faaliyet ve beklenti içinde olmamışlardır.
Yargıtay 16. Ceza Dairesi'nin 29.04.2019 tarihli ve 2017/2056 E. ve 2019/2679 K. Sayılı ilamında; "...suç örgütü kavramının ne olduğu unsurlarının ve tespiti, önemli olduğu kadar hangi suçların suç örgütünün amacı ve faaliyeti kabul edileceği veya edilemeyeceğinin belirlenmesi gerekir" denilerek amaç suçların tespit edilmesi mecburiyetinden bahsedilmektedir.
Bu kapsamda herhangi bir amaç suç olmadığından dolayı suç işleme amacıyla kurulmuş bir örgütten bahsedilemeyecektir. Etkin pişmanlıktan yararlanan sanıkların ve camia içerisinde uzun yıllar bulunup daha sonra müşteki olarak değerlendirilen kişilerin beyanlarında da amaç suçun gösterilmemiş olması, iddianamede savcılığın yaklaşık üç yıl süren uzun bir soruşturma sonunda bile amaç suçu belirleyememiş olması, ortada bir suç örgütünün varlığından bahsedilmesinin mümkün olmadığını gösterir niteliktedir.
Kaldı ki iddianame eki sevk tablosuna bakıldığında sözde örgüt
tarafından işlendiği iddia
edilen hürriyeti tahdit, eğitim öğretim hakkının engellenmesi, cinsel saldırı,
mal bildiriminde bulunmama, eksik mal bildiriminde bulunma, hakaret vs. suçlarının
amaç suç olamayacağı açıktır. Zira
dünyanın hiçbir yerinde bu tür amaçlarla bir araya gelen bir suç örgütlenmesi yoktur.
Bu amaçlarla örgütlenmenin mantığı da yoktur.
İddianamenin
11'nci sayfasında ise sözde örgütün suç işleme kastı çerçevesinde illegal
ekonomik kazanç elde etme amacının bulunduğu soyut biçimde ifade edilmiş ancak
iddianamede illegal ekonomik kazancın ne şekilde elde edildiğini gösteren bir
anlatım veya delil ortaya konulmamıştır.
Zira sevk maddesi olarak
gösterilen TCK 282. maddesindeki
"Suçtan Kaynaklanan Malvarlığı Değerlerini Aklama" suçunun yalnızca dosya kapsamındaki tek bir sanık
yönünden işlendiği iddia edilmiş, sözde
yönetici olduğu iddia edilen sanıklara ise bu suç yönetici oldukları gerekçesiyle izafe edilmiştir. Bu grubun
amacı illegal ekonomik kazanç elde etme idiyse,
bu suçun devamlılık ve yaygınlık arz etmesi gerekirdi. EĞER DOLANDIRICILIK, KARA PARA GİBİ EKONOMİK SUÇLARIN İŞLENMESİ
İÇİN GRUP İÇİNDE KOLEKTİF BİR KABUL VE UYGULAMA BULUNSAYDI, O ZAMAN GRUP ÜYELERİNE AİT TÜM ŞİRKETLERİN (86 ŞİRKET), ÇOK SAYIDA BENZERİ
YASADIŞI
GİRİŞİMLERİNİN OLMASI GEREKİRDİ. Ancak incelemesi yapılan 86 şirketin hiçbirinde
dolandırıcılık ya da başkaca ekonomik bir suça rastlanmaması bu
iddianın geçersiz olduğunu ispatlamıştır.
Tüm sanıklarca amaç suçun benimsenmiş olması gerekmekte iken, amaç suç olarak ifade edilen bu suçların
benimsendiğini gösteren tek bir delil dosyada mevcut değildir.
Ekonomik suçların
diğer şüphelisi Özkan MAMATİ'nin ise aynı suçların faili olmasına rağmen dosyasının ayrılması da savcılık makamının ekonomik suçları amaç suç olarak ele almadığını ortaya koymaktadır. Zira savcılık makamınca aynı suçlardan şüpheli konumundaki Özkan MAMATİ'nin dosyası
20.06.2019 tarihli ayırma kararı ile "evraklar
arasında hukuki ve fiili irtibat bulunmadığı gerekçesi" ile tefrik
edilmiştir. Anlaşılmaktadır ki savcılık da örgüt kapsamında ekonomik suç işlendiğini iddia eden Özkan MAMATİ'nin beyanlarını yeterli görmeyerek dosyasını ayırmıştır. Yargılama boyunca delilleriyle ortaya
koyulduğu üzere Özkan MAMATİ'nin iddia edilen
bu suçları bireysel
olarak işlediği açıktır. Zira bu
şahsın dahli olmadan işlendiği iddia edilen iddianame
kapsamında hiçbir ekonomik suç bulunmamaktadır. Kendisi de emniyet ifadesinde
ekonomik suçların kendi organizatörlüğü içinde işlendiğini iddia etmektedir. Bu
durum ise ekonomik suçların varlığı
halinde suçun Özkan MAMATİ tarafından bireysel olarak işlendiğini ortaya
koymaktadır.
Yargıtay 8. Ceza Dairesi'nin 26.11.2001 tarihli ve 2001/14218 Esas ve 2001/16512 K. Sayılı kararında; "Sanıkların
tehdit ve şantaj yoluyla haksız çıkar sağlamak amacıyla örgütlendiklerinin kanıtlanmadığı, ancak bir olaya özgü olarak tek bir kişiye
yönelik gasp eylemlerinin 4422 sayılı Yasanın 1. maddesinde tanımlanan
suçu oluşturamayacağından mahkemenin kabulünde bir isabetsizlik görülmemiş
bulunmakla" diyerek bireysel eylemlerin suç örgütü delili olarak
işlendiğinin kabul edilemeyeceğini ortaya koymuştur.
Diğer yandan sanıkların
infak adı altında getirdiği iddia edilen paralar ise sanıkların yasal miras payı ve kendi kazançları olup illegal
olarak elde edilen bir kazanç
söz
konusu değildir. Buna karşın hukuken
yasal hakları olan miras paylarını gönüllü olarak
harcama hakkına sahip olan sanıkların, bu tür fiilleri dahi iddianamede suç
olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Kaldı ki sanıklar zaten iddia edilen tarzda
bir "infak" işleminde bulunmadıklarını, aile miraslarını kimseye
aktarmadıklarını da beyan etmişlerdir. Sanıkların çalışarak elde ettikleri
kazançları üzerindeki tasarrufları sadece
kendilerini ilgilendirmekte olup, bir ceza yargılamasının konusu değildir.
Aynı
şekilde sanıkların amaç suçları olarak ifade edilen kaçakçılık, dolandırıcılık,
şantaj vs. gibi iddia edilen
eylemler de bireysel
boyutta kalmış asılsız suçlamalar olup işlendiklerine dair tek bir delil getirilememiştir, kaldı
ki bu suç iddialarının kollektif biçimde
işlendiği de ispat edilememiştir.
Yine TCK'nın 220.
maddesinin gerekçesinde suç örgütünün amaç suçları işlemede kolaylık
sağladığından bahsedilmektedir. Buna
karşın iddianamede amaç suç olarak gösterilen hangi suçun, iddia edilen sözde
suç örgütünün sağladığı kolaylıktan yararlanılarak işlenildiği de
gösterilmemiştir. Aslında bu da normaldir çünkü böyle bir şey yoktur.
Bu
bağlamda, Savcılığın bu hatalı değerlendirmelere karşı akla ilk gelen şu gibi
soruların dahi cevabının dosya kapsamında bulunmadığını görmekteyiz:
·
Müvekkil ve arkadaşları 40 yıldır
birkaç tane kıza tacizde bulunmak
için mi bir araya gelip dünya çapında ses getirecek bu denli
faaliyetlerle geceli gündüzlü uğraşmaktadırlar?
·
Türkiye'de kız arkadaş
edinmek bu derece
zor mudur?
·
Müştekilerin tamamı
müvekkilin arkadaşlarının iş güç sahibi, iyi eğitimli, yakışıklı ve modern görünümlü
insanlar olduğunu söylemektedir. Bu özelliklere sahip insanlar, birkaç tane kızı taciz etmek için bir suç
örgütü kurmaya ve güya bu örgüt kapsamında bu kadar risk almaya neden ihtiyaç
duymuş olsunlar?
·
Belli bir maddi
imkana sahip olduğu söylenen bu insanlar dosyadaki sözde mağdur ve müştekilerden çok daha güzel ve çok daha farklı özelliklere sahip
kadınlarla sorunsuz bir şekilde birlikte olabilecekken neden böyle imani
faaliyetler yapma ihtiyacı hissetsinler? Neden geceli gündüzlü kültürel faaliyet yapmaya, şehir şehir gidip
konferanslar sergiler düzenlemeye, günde 10-12 saat süren canlı yayınlar
yapmaya, tüm bu faaliyetler için bilgisayar başında saatlerce konu
araştırmaları yapmaya zaman ve enerji harcasınlar? Üstelik tüm bunlar için
kendi imkanları dahilinde masraflar yapmayı göze alsınlar?
·
A9 TV'nda
yayınlanan canlı yayınlara birçok ajanstan yerli yabancı çok sayıda model bayan
katılmıştır. Müvekkilin arkadaşlarının sahibi oldukları şirketlerde yanlarında çalışan
çok sayıda insan
olmuştur. Tek ve yegâne amacı sözde "taciz" olan bir sözde örgüt mensupları neden bu
insanlara karşı en ufak bir saygısızlık yapmamıştır? Üstelik dosyada kendini
mağdur olarak lanse eden bayanlardan çok daha gösterişli özelliklere sahip bu
insanlardan neden bugüne kadar bu yönde tek bir şikayet dahi gelmemiştir?
·
Bu insanlar neden
birkaç tane kızla beraber olmak için müştekilerin deyimiyle "turnike"
adında mantıksız çarpık ve hayali bir sisteme ihtiyaç duysunlar?
·
Eğer ki bu sözde
örgüt, iddianamede sayılan sözde cinsel
saldırıları işlemek için bir araya gelmiş ve tüm amacı bu eylemleri
gerçekleştirmek ise; neden birkaç kişi dışında diğer kişilere yönelik böyle bir
isnat bulunmamaktadır?
·
Eğer bu sözde
örgütün ana amacı cinsellik ise anal
ilişki gibi insan dışkısıyla doğrudan muhatap olmayı gerektiren son derece pis,
tiksinti verici, sağlık riski taşıyan ve zor bir yöntem tercih edilmesinin
nasıl bir mantığı olabilir?
·
Anal ilişkinin ve zinanın haram olduğunu ilk okul
çağındaki çocukların dahi bildiği bir ülkede herhangi bir kadını özellikle de müşteki profilindeki gibi üniversite
eğitimli, İstanbul gibi bir metropolde yaşayan, sosyal hayatın içinde olan
kadınları "dini telkinle" bu ilişkiye ikna etmek mümkün müdür?
·
Böyle bir telkinle bir kadını anal ilişkiye üstelik de
seri halde birçok erkekle anal ilişkiye ikna edebilmek diye bir şey söz konusu
olabiliyorsa bu yöntem neden yaygın olarak kullanılmamaktadır? {İstenildiği
takdirde iddia makamı tarafından sosyal bir deney olarak 100 kadına bu teklifte
bulunup neticeler değerlendirilebilir.)
·
Tüm sözde örgüt
üyelerinin bu sözde amaç suç doğrultusunda uğraş vermesi gerekirken neden çoğu insanın sözde cinsel saldırı
eylemlerini gerçekleştirmek için bir çabası veya bir girişimi olduğuna dair
somut bir iddia/delil bulunmamaktadır?
·
Sözde hiyerarşi içerisindeki emir-talimat ilişkilerinde
neden bu sözde amaç suça yönelik bir emir-talimat trafiği dosyada
bulunmamaktadır?
·
Neden sözde
mağdur/müştekiler birkaç kişi dışında hiç kimseyi tanımamış ve neden birçok
kişiyi hayatlarında bir kez dahi görmemiştir?
·
Yıllara yayılmış
bir süreç içinde sözde tacize,
tecavüze, darpa, şiddete maruz kalan kadınların ailesi, yakınları,
iş arkadaşları, komşuları, uğradıkları market, gittikleri eczane vb tek bir
kişi bile nasıl olmuş da bu kadınlardaki anormalliği görememiştir?
·
Herkesin elinde akıllı telefonun bulunduğu bir dünyada
şiddete ve tacize uğradığını iddia eden bunca kadının nasıl olup da tek bir
tanesi bile bu iddialarını destekleyecek tek bir kare fotoğraf dahi
çekememişlerdir?
·
Yaklaşık 2,5 yıl boyunca yapılan tüm teknik takipler
neticesinde neden bir sözde yöneticinin emir verdiğine ve bu emrin de uyguladığına dair tek bir tane bile somut
delil bulunmamaktadır?
·
Yaklaşık 2,5 yıl
boyunca yapılan teknik takipler neticesinde güya böylesi tehlikeli bir sözde örgüt hiç mi amaç suçu doğrultusunda bir suç eylemine
girişmemiş ki, bu sözde örgüt
mensuplarına herhangi bir cinsel saldırı
eylemi esnasında suçüstü yapılmamıştır?
·
Müvekkil ve
arkadaşları hemen her gün 10-12 saat
süren ve adresi herkesçe bilinen bir stüdyoda canlı yayınlar yapmaktayken ve
iddialara göre sözde örgüt üyeleri tarafından buraya güya bayanlar getiriliyor
ve güya cinsel saldırılara maruz kalıyor ise; yaklaşık 2,5 yıldır neden bir
tane bile tespit edilememiştir?
·
Hepsinden önemlisi iddianameye göre yıllar içine yayılan bir süreçte sistemli olarak sürekli tacize ve tecavüze
uğrayan kadınlar varsa bunlardan biri bile bunca yıl içinde neden tek bir tane
dahi tecavüzü ispatlayacak delili ilgili makamlara sunmamıştır?
Görüldüğü
üzere akıllara ilk gelen birkaç soruyla birlikte bile müvekkil ve arkadaşlarına zoraki gerekçelerle isnat edilmeye çalışılan
sözde amaç suçların
aslında ne kadar mantıksız olduğu anlaşılmaktadır.
SUÇ ÖRGÜTÜ BAĞLAMINDA HİYERARŞİK YAPILANMA YOKTUR.
İddianamede soyut
müşteki/mağdur beyanları esas alınarak; "Yöneticiler", "İmam
Kardeşler-İmam Bacılar", "Bacılar", "Kardeşler", Kız
Kardeşler" gibi bir hiyerarşinin varlığından bahsedilmiş ise de örgüt suçlarında aranan altlık-üstlük
ilişkisi ortaya konulamamıştır. Kimin kimden talimat aldığı, kime rapor verdiği
belirtilememiştir, çünkü tamamı çok samimi arkadaşlardan oluşan camiada böyle
bir durum hiç olmamıştır. Yaklaşık 4 bin sayfalık iddianamenin tek bir yerinde bile,
2 yıllık fiziki takip ve telefon
dinleme kayıtlarına rağmen,
bir kişinin diğerine
bir eylemi yapması için verdiği bir talimat
bulunmamaktadır.
Tam tersine
tüm diyaloglar iki arkadaş arasındaki olağan üslup içerisindedir. Her
ne kadar hukuka aykırı elde edilmiş
olduğundan tüm dijital
materyaller, tapeler ve sözde
yazışmalar yargılananlar tarafından reddedilmiş olsa da, örneğin Sinem Hacer
Tezyapar soruşturma dosyasında yer alan tapelerinde ve Whatsapp yazışmalarında,
üyelik iddiasıyla yargılanan bir sanıktan bir şey isteyeceği zaman büyük bir
nezaketle rica etmekte, üstelik
uygun olup olmadıklarını sormakta, buna karşılık
sanık da başka işi
olduğunu söyleyerek sözde yönetici Sinem Tezyapar'ın talebini
geri çevirmektedir. Bu örnekleri
dosyada mübrez yüzlerce delil ile detaylandırabiliriz.
Böyle
bir uygulama, hiçbir suç örgütü hiyerarşisinde görülemez, çünkü suç örgütünün
işleyebilmesi için astların üstlere harfiyen itaati şarttır. Kaldı ki, burada
bahsi geçen sanık Sinem Tezyapar'ın isteği de bir suç işlenmesi yönünde değil,
yurtdışından gelecek bir misafirin havaalanından karşılanması yönündedir. Ne yazık ki iddia makamı, bu tarz günlük
faaliyetlerin tamamını sözde suç faaliyeti olarak göstermeye çalışmıştır.
Aynı durum müvekkil Adnan Oktar içinde geçerlidir. Müvekkilin
herhangi bir kişiye verdiği talimat veya emre dair hiçbir belge, delil, bulgu
yoktur. 4 bin sayfalık iddianamenin hiçbir yerinde, on binlerce sayfalık ek
dosyaların hiçbir cümlesinde müvekkilin herhangi bir kişiye bir emri, talimatı,
yönlendirmesi bulunmamaktadır. Buna dair tape yoktur, yazışma yoktur. Somut
veri yoktur. Emniyet tarafından uzun yıllar süren araştırmalar sonucunda bu
yönde tespit edilmiş bir delil bulunmamaktadır. Çünkü böyle bir hiyerarşi
yoktur.
İddianamede isim bazında ayrıma gidilerek sözde örgütün bir, iki ve üç numarası ile diğer sözde yöneticileri ayrımına
gidilmiştir. İddianamede örgütlenme şeması olarak gösterilen her iki tablo,
yalnızca soyut ve mesnetsiz müşteki/tanık beyanları esas alınarak oluşturulmuş
bir tablo olup bu şemayı doğrulayacak en ufak bir somut delil yoktur. TCK 220.
maddesine göre olması gereken bir altlık üstlük ilişkisi mevcut değildir.
Dahası iddianamede yer
alan bu sözde yönetici tablosu hiçbir müşteki veya etkin pişman sanık
tarafından dile getirilmemiştir. Emniyet
sorgusunda şüphelilere yöneltilen sorularda yer alan sözde örgütün sözde
yönetici şeması ile iddianamedeki sözde yönetici
şemasının hiçbir bağlantısı yoktur. Fezlekede yer alan
sözde örgütün hiyerarşik yapısı bambaşkadır. En son aşamada esas hakkında
mütalaada sözde örgütün hiyerarşik yapısı yine değişmiştir. İddia makamının hangi bilgi ve
bulguya dayanarak böyle bir şema oluşturduğu ve sürekli değiştirdiği ise meçhuldür.
Zira iddianamede yer alan ÖRGÜT ŞEMASI KONUSUNDA MÜŞTEKİLER ARASINDA
DA TAM BİR ÇELİŞKİ VE DERİN BİR UYUŞMAZLIK VARDIR. Müştekilerin birinin
"kız kardeşler" grubunda dediği kişiye diğer müşteki
"yöneticiler" grubunda bir diğeri ise "imam bacılar" grubunda diyebilmektedir. Hatta aynı müştekinin iki farklı tarihte
verdiği ifadesinde bile aynı sanık farklı kategorilerde zikredilebilmiştir.
İfade veren ve her biri en
az 15-20 yıl (bazıları 30 yıl} boyunca camianın içerisinde kesintisiz olarak
yer aldığını iddia eden husumetli müştekilerin ve etkin pişman sanıkların hemen
hepsi için, güya çok önemli pozisyonlarda yer aldıkları, güya müvekkilin "sağ kolu" veya "sol kolu"
oldukları, güya müvekkilin en yakınındaki isimler oldukları, hatta güya veliaht
oldukları vs iddia edilmiştir.
Ancak her nedense müştekiler ve etkin pişman sanıkların
hepsi, birbirinden tamamen farklı bir "hiyerarşi" tarif etmişlerdir. Bu kişiler verdikleri ifadelerinde çok farklı ve çelişkili hiyerarşik yapılardan bahsetmişlerdir.
-Her müşteki,
1. derece yönetim
ile 2. derece yönetimin farklı
kişilerden oluştuğunu iddia
etmişlerdir.
-Her müşteki grup
hiyerarşisi içerisinde farklı "imamlık" kurumlarının olduğunu
belirtmişler ve her imamlığın farklı kişilerden oluştuğunu iddia etmişlerdir. Bir müştekinin var olduğunu söylediği
imamlık diğer müştekiler tarafından hiç zikredilmemiştir. Örneğin; "Emniyet imamı", "Adliye İmamı", "Alışveriş imamı", "Para İmamı", "Wireless İmamı", "Teknik
İşler İmamı" "Yurt Dışı İmamı"
vs.
-Müştekilerin büyük
bir çoğunluğu, sözde örgütün
sözde 2 ve 3 numarası oldukları
iddia edilen sanık Tarkan Yavaş ve sanık Ulviye Didem Ürer'in dahi yönetim
hiyerarşisi içerisinde yer aldığını belirtmemişlerdir.
Tüm müşteki ve etkin pişman sanıkların tam bir mutabakat
içinde olmaları beklenen sözde "yönetici kadrosu" içinde dahi çok büyük çelişkili ve
tutarsız ifadeler yer almaktadır. Birkaç örnek vermek gerekirse;
Ana iddianamede YÖNETİCİ
OLARAK YER ALAN 12 KİŞİNİN
BİRLİKTE İSMİNİ VEREN BİR
TANE BİLE MÜŞTEKİ/ETKİN PİŞMAN SANIK BULUNMAMAKTADIR. Aynı şekilde
ek iddianame ile yönetici olduğunu
iddia edilen F. Ceyda Ertüzün
ve A. Hüma
Babuna'nın da ismini
veren hiç kimse yoktur.
İddianamede; özellikle
12 yönetici seçildiği
çünkü bu rakamın
dini bir karşılığı
olduğu iddiası yer almaktadır. Fakat
sadece Ramazan Manay ve Seçim Köse ifadelerinde 12 yönetici olduğunu
iddia etmiştir ancak onlarda iddianamedeki kişilerin değil başka kişilerin
isimlerini söylemişlerdir. Diğer ifadelerde ise herkes birbirinden farklı
rakamlar vermiştir. Şöyle ki;
10'dan az yönetici olduğunu
söyleyenler 6 kişi
10
ile 15 yönetici arasında rakam verenler 7 kişi
15
ile 25 yönetici arasında rakam verenler 8 kişi
25 ile 35 yönetici arasında rakam
verenler 4 kişi
35'ten fazla yönetici olduğunu söyleyenler 4 kişi
İddianamede sözde örgütün
iki numaralı kişisi olarak adı geçen ULVİYE
DİDEM ÜRER'İN İSMİNİ SADECE 3 KİŞİ YÖNETİCİLER ARASINDA SAYMIŞTIR Bu kişiler
İsmail
Erol Yılmak, Seçim
Köse ve Murat Terkoğlu'dur
İddianamede yönetici olarak geçen Sinem Tezyapar'ın
ismini sadece 5 kişi vermektedir. Bu kişiler Ayça Pars, Altuğ Eti, Adnan Tınarlıoğlu, Serpil Ekşioğlu ve Çağla
Teker'dir. Ancak bu kişilerin hepsi Sinem Tezyapar'ın
sözde görev tanımı hakkında farklı bilgiler vermektedirler.
Sinem Tezyapar
iddianamede sözde "yurt dışı lobi faaliyetlerinden sorumlu yönetici"
olarak yer almaktadır. Ancak dosyada mevcut ifadelere göre kimsenin böyle önemli bir yönetici
ve görevi hakkında bir beyanda bulunmadığı görülmektedir.
Benzer
bir durum Aylin Atmaca içinde geçerlidir. Aylin Atmaca'nın güya "yurt içi
faaliyetlerden sorumlu" olduğu
iddiası bulunmaktadır. Ancak, 29 etkin pişman
sanıktan sadece 8 tanesi ismini
yöneticiler arasında saymaktadır.
Hatta etkin pişman Emre Kutlu ise "imam bacı ama işi ne
bilmiyorum" demektedir.
İddianamede
sözde yönetici olarak yer alan diğer kişilerin isimlerini ise birçok etkin
pişman sanık/müşteki, yöneticiler arasında saymamıştır. Şöyle ki;
Bora
Yıldız'dan bahsetmeyenler 16 kişi Halil Hilmi Müftüoğlu'ndan
bahsetmeyenler 12 kişi Merve Büyükbayrak'dan bahsetmeyenler 14 kişi
Alev Babuna'dan bahsetmeyenler 12 kişi
İbrahim Tuncer'den bahsetmeyenler 9
kişi
Yeliz Sucu'dan bahsetmeyenler 12 kişi
Noyan Orcan'dan bahsetmeyenler 12 kişi
Seral Köprülü'den bahsetmeyenler 11
kişi
Dosyadaki mevcut
ifadelerde 5 ETKİN PİŞMAN
SANIĞIN SÖZDE YÖNETİCİ
OLDUĞU İDDİA EDİLMEKTEDİR. Şöyle ki;
Ece Koç hakkında 11 kişi Murat Develioğlu hakkında 5 kişi Ayça Pars hakkında 6 kişi
Altuğ Eti hakkında 3 kişi
Burak Abacı hakkında 2 kişi
Serdar Dayanık hakkında 3 kişi yönetici olduklarını iddia etmiştir.
Müşteki ve etkin pişman
sanıklar arasında iddianame
ile çelişen ve sadece bir kişinin
ifadesinde geçen sözde yönetici ve imamlık iddiaları yer almaktadır. Örneğin;
Bahar Bayraktar Uğur Örmen için; Yabancı
kız getiren imam Uğur Şahin Emre Bukağılı için; Adliye
İmamı
Özkan Mamati Fatih Kılıç
için; Adliye İmamı
Emin Koç Orhan Mazıcı
için; Hukuk İmamı
Emre Teker Ali Sadun Engin
için; İmam Ceyhun Gökdoğan Burak Abacı için; İmam
Emre Kutlu Ayça Gökçaylar
için; İmam Bacı
Emre Ertüzün Yasemin Mert, Özlem Yörük ve Hatice Ural için; Kız kardeşler imamı
Tülay Aslan Ali Suat Kütahnecioğlu için; Bilgisayar ve Teknik
Sorumlu imam, Fatih Menet için; İmam
Halbuki müvekkil ve arkadaş çevresi
gibi, çok az sayıda ve on yıllardır
beraber olan bir arkadaş
topluluğu içerisinde iddia ettikleri gibi bir hiyerarşi olsaydı güya var olduğu
iddia edilen bir yapılanmanın eksiksiz ve tam doğru olarak bilinmesi ve bu
konuda verilen tüm ifadelerin birbiriyle mutabık olması beklenirdi.
Ancak böyle bir uyumun
olmamasının tek ve gerçek bir izahı vardır; ortada bir hiyerarşi yoktur. Müştekiler
husumet duyduğu ve kendilerince cezalandırmak istedikleri kişileri hayali
bir hiyerarşik yapının
içerisine sokarak bu kişilerin isimlerini vermişlerdir.
Nitekim müştekiler polis operasyonunun aylar öncesinde müvekkilin birçok
arkadaşına sosyal medya üzerinden "seni de listeme aldım, kafayı taktım sana,
seninle özel ilgileneceğim, kara listeme girdin, hepiniz altınıza
bırakacaksınız, paçanızdan bırakacaksınız, bir gece kapınızdan donla
aldıracağım sizi" şeklinde tehditler yapmışlar ve sonrasında bu
kişilerin isimlerini bu hayali yapılanmanın içine ekleyerek tutuklanmalarını
sağlamışlardır. Bahse konu sosyal medya paylaşımları dava dosyasında mübrezdir.
Yine iddianamedeki
şikayetçilerin ve etkin pişmanlıktan yararlanan şahısların beyanları incelendiğinde hiyerarşi şemasının sürekli
değiştiği görülmektedir. Nitekim 2017'deki ilk şemada yalnızca
bayanlar hiyerarşi şemasında
gösterilmiş iken sonraki şemalarda erkekler de yer
almaktadır. Örnek vermek gerekirse sanık Halil Hilmi MÜFTÜOĞLU önceki şemalarda
hiç yer almaz iken, ikinci şemada 2. derecede, üçüncü şemada ise güya en tepe
yöneticiler arasında gösterilmektedir.
İddianamede ortaya konan sözde örgütün hiyerarşik yapısı
ile emniyet fezlekesinde çizilen hiyerarşik yapı birbirinden tamamen farklıdır. Emniyet fezlekesinde sadece soyut ifadelere dayalı bir
hiyerarşik tablo gösterilmiştir. Savcılık ise soruşturmayı yürüten emniyet
birimlerden farklı hiçbir araştırma yapmamıştır. Ancak buna rağmen emniyet fezlekesi
ile iddianamenin hiyerarşi
tablosu 180 derece farklıdır. Bu farkın neden
kaynaklandığı da iddianamede açıklanmamıştır.
Öte
yandan müvekkil ve arkadaşlarının yıllar boyunca yaptıkları ilmi ve kültürel
faaliyetlerin büyüklüğü ve önemi düşünüldüğünde kendi içlerinde bir iş bölümü olması
gayet doğaldır. Ancak
bu iş bölümü sadece yardımlaşma ve dayanışma temelli olup emir-komuta sistemi
değildir. Cezai anlamda suç örgütlerinde aranan bir hiyerarşik yapının gereği
değildir. Nitekim müvekkil ve arkadaşlarının faaliyetleri talimat gereği değil,
vicdan gereği yapılan, iyi ve güzel ahlaka dair faaliyetlerdir. Sanıkların huzurdaki
beyanlarında da ifade ettikleri üzere, "güzel ahlak ve iyilik talimatla
olmaz".
Bunun aksinin iddia edilmesi durumunda, toplumda herhangi bir konuda
örgütlenmiş sivil toplum yapılarında veya gönüllülük esaslı tüm
faaliyetlerde kendiliğinden ortaya çıkan
yardımlaşma ve dayanışma ilişkisini de örgütsel
hiyerarşi kapsamında değerlendirmek
gerekecektir ki bu da hukuk
ile bağdaşır bir uygulama
olmayacaktır.
Zira iddianamede tam da bu yönde bir eğilim izlenmiş ve
bir amaç suç ortaya koyamamanın doğurduğu boşluk, tartışmayı
"hiyerarşi" üzerinde toplayarak kamufle edilmeye çalışılmıştır. Sırf müvekkil ile arkadaşlıkları çok eskilere dayanan ve
bu legal birleşmede yer alarak faaliyet gösteren birtakım sanıklar, yalnızca
müşteki/tanık beyanları ile cezai anlamda hiyerarşiye tabi tutularak sözde
yönetici gibi gösterilmiştir. Bu
hiyerarşi iddiası 1999 ve 2006 yılındaki davalarda da benzer şekilde kullanılmış
ancak yargılamalar beraat ile sonuçlanmıştır.
Yargıtay 16. Ceza Dairesi
de 27.05.2019 tarihli ve 2017/688 E. 2019/3416 K. sayılı kararında; "bir suç örgütünün varlığı için; hiyerarşik
yapılanmanın amaç suçları işlemede devamlılığını gösteren
somut delillere, örneğin
emir-komuta zincirini ortaya koyan temel yapılanma, buna ilişkin
şüpheli sanık ve tanık beyanları ve/veya
telefon, ortam dinleme kayıtları ile teknik araçlarla tespit edilen veriler
gibi NET BULGULARA ULAŞILMALIDIR. Yalnız yasal düzenlemelerin tekrar ve yorumu ile
suç örgütünün varlığı kabul edilemez" denilmiştir. Dava
konusu dosyada ise bu NET BULGULAR mevcut
değildir. Hatta herhangi bir bulgu da mevcut değildir.
Yine
Yargıtay 5. Ceza Dairesi'nce verilen 05.04.2018 tarihli ve 2016/9917 Esas ve
2018/2613 K. sayılı ilamda hiyerarşinin ne şekilde olacağı
açıklanmış olup buna göre;
"Belirli bir amacı gerçekleştirmeye yönelmiş
ve bu amaca uygun belirli
bir büyüklüğe ulaşmış
örgütlerin idaresini kolaylaştıran ve bu örgütleri ayakta tutup iş bölümü,
süreklilik, disiplin gibi olguların sağlayıcısı olan hiyerarşik ilişkinin; suç
örgütlerinin büyüklükleri ile işlemeyi
amaçladıkları suçlara ve bu suçların
niteliklerine, KURUCU VE YÖNETİCİLERİ İLE ÜYELERİNİN AİT OLDUKLARI GELİR
GRUPLARI, EĞİTİM DÜZEYLERİ VE MESLEKİ DURUMLARI GİBİ HALLERİNDEN KAYNAKLANAN NİTELİKLERİNE VE SAYILARINA, BUNLARIN BİRBİRLERİYLE OLAN ÖRGÜTSEL İLİŞKİ DIŞINDAKİ
HEMŞEHRİLİK, AKRABALIK VE MESLEKİ BERABERLİK GİBİ DİĞER İLİŞKİLERİNİN BİÇİM
VE NİTELİKLERİNE, faaliyetlerinin gizlilik içerisinde ve örtülü bir biçimde
yürütülmesindeki zorunluluğa uygun olarak kurulup yürütüleceği ve örgüt adına
suç işleyenler ve örgüte yardım edenler ile ilişkilerin de aynı esaslar
üzerinde gerçekleştirileceği, bir suç örgütünün varlığı
için hiyerarşik yapılanmanın amaç suçları
işlemede devamlılığını gösteren somut deliller, emir-komuta zincirini ortaya
koyan temel yapılanma buna ilişkin şüpheli sanık ve tanık beyanları ve/veya
telefon, ortam dinleme kanıtları ile teknik araçlarla tespit edilen verilere ve
net bulgulara ulaşılması gerektiği, SUÇ ÖRGÜTÜ BASİT BİR YAPILANMA
OLMADIĞINDAN, BİRKAÇ KİŞİNİN TELEFON KONUŞMALARINDA LAKAP,
ÜSTÜ KAPALI VE/VEYA
YÜZ YÜZE KONUŞMA
VE BULUŞMA KONUŞMALARININ, ÖRGÜT ŞEMALARI, SADECE İLETİŞİM TESPİT BİLGİLERİ,
KİMİ NE KADAR SÜRE VE SIKLIKLA ARADIĞI
GİBİ TESPİTLERİN TEK BAŞINA HİYERARŞİK
YAPIYI ORTAYA KOYMAYACAĞI, sadece yasal düzenlemelerin tekrar ve yorumu ile suç örgütünün varlığı kabul edilemeyeceği,
kavramın klişe, basmakalıp ve soyut cümlelerle belirlenip, her eylemde
uygulanmasının hukuki olmayacağı, örgütün kurucusu, yöneticisi ve örgütün
üyelerinin net, tartışmasız belirlenip, yapılanmanın içinde ne şekilde yer
aldığının, soyut değil, somut şekilde saptanması gerektiği gözetildiğinde,
sanıkların savunmaları ve tüm dosya kapsamına göre; BİR KISMI BİRBİRLERİYLE
AKRABA VE ARKADAŞ OLAN, BİR KISMI İLE DE ARADA İŞ İLİŞKİSİ BULUNAN SANIKLARIN
DEVAMLILIK GÖSTERECEK ŞEKİLDE PLANLI BİR ORTAKLIK, İŞBÖLÜMÜ VE PAYLAŞIM
ANLAYIŞI İÇERİSİNDE BİR ARAYA GELDİKLERİNE, DEVAMLILIK İÇEREN KANUNUN SUÇ SAYDIĞI FİİLLERİ İŞLEMEK (SUÇ İŞLEME
PROGRAMI ALTINDA) AMACI İLE BİR ARAYA GELİP aralarında sıkı veya gevşek hiyerarşik
bir bağın bulunduğuna, hiyerarşik
yapılanmayı gösteren
emir komuta zinciri ile altlık
üstlük ilişkisinin varlığına
ve sanıkların faaliyetleri ile örgütün doğmasına
veya üst pozisyonda kolektif
faaliyeti kısmen veya tamamen
düzenleyip koordine
ettiklerine ilişkin kanıtların nelerden ibaret olduğu hususları
gerekçeli olarak tartışılıp, buna ilişkin delillerin dosya kapsamına uygun, mantıksal ve hukuksal bağ kurulmak
suretiyle neler olduğu denetime imkan verecek biçimde gerekçeleriyle
açıklanmak suretiyle, karar yerinde ayrıntılı olarak gösterilmeden yazılı
şekilde hükme varılması" bozma nedeni
yapılmıştır.
Yargıtay kararlarında
belirtildiği üzere hiyerarşik yapılanmadan kasıt kanunun suç saydığı fiilleri
işlemek amaçlı faaliyetler konusundaki yapılanma ve emir-komuta içerisindeki altlık üstlük ilişkisidir. Bir diğer söyleyişle suç örgütünün varlığı
için tanık beyanlarının yeterli olmadığı, birkaç
kişinin telefon konuşmalarında lakap kullanmasının
ya da üstü örtülü konuşmasının örgütün varlığı için yeterli olmadığı, örgütü
oluşturan şahısların gelir düzeyi, birbirleriyle olan arkadaşlık ve iş ilişkilerinin incelenmesi gerektiği ve bu birlikteliğin suç işleme programı
dahilin de olduğunun ispatlanması
gerekliliği vurgulanmıştır.
Yargıtay
kararlarının aksine, huzurdaki davada müvekkil ve arkadaşlarının gelir ve
eğitim düzeyi incelenmemiş, geçmişe dayanan
iş ve arkadaşlık ilişkileri araştırılmamış, amaç suç gösterilmemiş,
bir amaç suçu gerçekleştirmek üzere suç işleme iradesinin varlığı ortaya
konulmamıştır.
Örneğin iddianamede sözde
örgüt şemasında "iki numara" olarak gösterilen sanık Ulviye Didem ÜRER'in suç işlemeye yönelik
tek bir somut fiili veya yönlendirmesi gösterilmemiştir. Çünkü yoktur.
Yine üç numara olarak
gösterilen sanık Tarkan YAVAŞ'ın aleyhindeki soyut müşteki beyanlarından başka,
yönetici konumunda olduğuna ve TCK 220/1. maddesi anlamında yer aldığına dair
somut hiçbir delile yer verilmemiştir. Kanunda suç örgütünün varlığı
için aranan birleşme
ve hiyerarşik yapılanmadan kastedilen şey bir panelde konuşma yapmak ya da bir takım
düşünce açıklamalarında bulunmak gibi basit birleşmeler değildir. Burada kastedilen "KAMU İÇİN TEHLİKE
OLUŞTURACAK" nitelikte bir birleşme ve devamlılıktır ki bu tür bir
hiyerarşi iddianamede ortaya konulamamıştır.
Öte yandan Sayın Savcılık
makamının hazırlamış olduğu iddianamesinde, sözde örgütün sözde hiyerarşik yapılanmasına dair iddiası hem müşteki
iddialarına hem de emniyetin tespitlerine tamamen zıttır.
Soruşturmanın tahkikatını yürüten Mali Suçlarla Mücadele Şube
Müdürlüğü'nün fezlekesinde yer almayan, müşteki iddialarıyla paralellik
göstermeyen ve dayanağının ne olduğu
dahi belli olmayan
bir hiyerarşi şemasının Savcılık tarafından
nasıl ve neye göre tespit edildiği anlaşılamamaktadır.
Savcılık, -müşteki ifadeleri ve emniyet fezlekesinin
aksine- yaklaşık 4000 sayfalık iddianamenin hiçbir bölümünde sözde örgütün
1. ve 2. derece yönetiminin olduğundan bahsetmemiştir.
İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından Temmuz 2018 tarihli
hazırlanan fezlekede, sözde örgütün 1. derece yönetimi 7 kişiden, 2. derece
yönetimi ise 9 kişiden oluşmakta iken, Savcılık böyle bir ayrıma gitmeyip
sadece 12 kişilik sözde yönetici kadrosunun varlığından bahsetmiştir.
Emniyet
tarafından sözde yönetici olduğu iddia edilen birçok kişi, Savcılığın
iddianamesinde sözde örgüt üyesi olarak nitelendirilmiştir.
Emniyet ve Savcılık arasındaki bu tespitlere dair çelişkiler,
yabana atılacak veya önemsenmeyecek çelişkiler değildir. Çünkü yapılan bu manipülasyonlar neticesinde adı geçen kişilerin dosyadaki
hukuki durumları tamamen değiştirilmektedir.
Savcılığın
farklı olarak hangi hukuki deliller veya araştırmalar neticesinde böyle bir
hiyerarşi tespitinde bulunduğu da anlaşılamamaktadır.
Hiyerarşik yapı iddiası,
sosyolojik gerçeklere de ters düşmektedir.
Sözde örgütte,
1 numara diye tabir edilen
"örgüt lideri" ona bağlı 2 ve 3 numara diye tabir edilen kişiler onlara
bağlı 1. ve 2. derece
yönetim onlara bağlı
"imam bacılar" ve
"imam
kardeşler" ve onlara bağlı çeşitli "imam kurulları" ve bu
kurullara bağlı "müridler ordusu" şeklinde örgütlendiği iddia edilen
bir yapı son derece disipline bir yapı anlamına gelir.
Böyle
bir yapının bu emir komutada işleyebilmesi için bireylerin hiçbir şahsiyet ve
inisiyatifi olamaz. Bu tip örgütlenmeler dünyanın farlı ülkelerinde vardır,
ancak her zaman için pasif, içine kapalı, cahil ve eğitimsiz insanlar arasında taban tutmaktadırlar.
Kendi
hayatları içerisinde hiçbir başarıya imza atamamış, müstakil şahsiyet
geliştirememiş, bilgisi ve görgüsü sınırlı insanlar bu örgütlerin parçası
haline gelir ve böylece bir şahsiyet bulduklarını düşünürler.
Oysa ki müvekkil ve arkadaşlarına bakıldığında tam aksi
bir tablo ortaya çıkmaktadır. Bu kişilerin tamamının özgeçmişlerine bakıldığında, bu kişilerin hemen
hepsinin toplumun en yüksek sosyal kesiminden geldikleri görülecektir. Bu
kişilerin mezun oldukları okullar, Galatasaray Lisesi, Saint
Joseph Lisesi, Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul Teknik
Üniversitesi, Koç Üniversitesi vs gibi Türkiye'nin en gözde eğitim
kurumlarıdır. Hatta daha da ötesinde bu
kişilerin hemen hepsi okul ve meslek hayatları boyunca kendi kararlarını
verebilen, lider ruhlu, aktif kimseler olarak dikkat çekmişlerdir. Bu insanların dış görünümleri, üslup,
tavır ve davranışları dahi, kimliklerini
kaybetmiş robotize kimseler olmadıklarını göstermektedir.
Böyle bir topluluk
ancak arkadaşça ve dostça oluşan bir gönül birliği etrafında bir araya
gelebilir ama birer örgüt üyesi haline gelemezler. Müştekilerin iddia ettikleri tarzda bir emir-komuta
zinciri içerisine girmek, hem onlara hiçbir şey kazandırmayacak bir külfet, hem
de kişiliklerine tamamen aykırı bir baskı olacaktır.
SUÇ ÖRGÜTÜ BAĞLAMINDA
DEĞERLENDİRİLEBİLECEK "EMİR-TALİMAT" İLİŞKİSİ YOKTUR.
Suç
örgütünün varlığından bahsedebilmek için örgütün bir yönetim hiyerarşisi bulunmalı ve üyeler arasında
gevşek veya katı bir hiyerarşik ilişki olmalıdır. Suç örgütü
adeta bir güç kaynağı haline
gelmeli, üyeleri üzerinde
de bir hakimiyet oluşturmalıdır.
Örgütün yöneticisi bir veya birden fazla kişi olabilir ancak önemli olan üyeler arasında emir-talimat ilişkisinin mevcut
olmasıdır.
Ancak
müvekkil ve arkadaşları arasında emir-talimat ilişkisi mevzu bahis değildir.
Müvekkilin arkadaşları yaklaşık 40 yıldır birbirlerini tanımakta olup kültürel
etkinliklerinde ve sosyal yaşamlarında hep birbirlerine destek olmuşlardır.
Soruşturma
kapsamında müvekkil ve tüm arkadaşlarının telefonları, yazışmaları, hesap hareketleri vs teknik takibe alınmış
ve polis operasyonuyla
birlikte de tüm cep telefonu,
bilgisayar ve diğer materyallere el konulmuştur.
Her ne kadar CMK 135. Maddeye aykırı olarak elde edilmiş
olsa ve içeriklerinin delil olarak kullanılması tarafımızca kabul edilmemiş
olsa da SADECE DOSYADAKİ TELEFON
KAYITLARI DAHİ İNCELENDİĞİNDE, MÜVEKKİL VE ARKADAŞLARI ARASINDA NE HİYERARŞİK BİR YAPILANMA NE DE EMİR-TALİMAT İLİŞKİSİ OLMADIĞI ÇOK
RAHATLIKLA
ANLAŞILACAKTIR. Çünkü bu kişilerin günlük hayatlarındaki birbirleri ile olan
diyaloglarının, birbirlerine olan hitaplarının ve birbirlerinden rica ettikleri
taleplerin hep dostça ve son derece nezaketli üsluplarla olduğu görülmektedir.
Eğer ki, ortada bir suç örgütü ve bu örgütün hiyerarşik
yapılanmasında talimatlar veren birtakım yöneticiler ve bu talimatları alıp harfiyen uygulayan kendi iradesini örgüte
teslim etmiş birtakım üyeler olsaydı, tüm
bu sistematiğin telefon konuşmalarına
ve yazışmalarına yansıması gerekirdi.
Ancak, bu camiada güya yönetici
olduğu iddia edilen kişiler ile örgüt üyesi olduğu
iddia edilen kişiler
arasındaki konuşmaların bu nitelikte olmadığı görülmektedir. Sanıkların
arasındaki telefon görüşmelerinin gayet dostane ve esprili üsluplarla geçtiğini hatta çoğu konuşmada
üye olduğu iddia edilen kişilerin
yönetici olduğu iddia edilen kişilerden bazı konularda
ricalarda bulundukları anlaşılmaktadır.
TCK m.220'de tanımlanan örgüt
suçunun maddi unsurlarıyla taban tabana zıtlık oluşturan bu telefon kayıtları
bile tek başına müvekkil ve arkadaşlarının bir suç örgütü değil samimi birer arkadaş
olduklarını göstermektedir. Savcılığın güya suç unsuru içerdiği gerekçesiyle
dosyaya koyduğu ve müvekkillere emniyet ve mahkeme ifadelerinde sorulan telefon
konuşmalarından sadece birkaç tane örnek vermek gerekirse:
Savcılığın
güya suç unsuru içerdiğini iddia ettiği bu telefon görüşmesinde, güya 14 üst
düzey yöneticiden biri olan Alev Babuna, sözde üye Nuran Göver'den basit bir
dolap tamiratı ve Dijitürk taktırma
işlemleri için "ne olur Nurhan sen onla ilgilen”
diye ricada bulunmaktadır. Sadece bu görüşme kaydı bile sözde
hiyerarşinin ve emir talimat ilişkisinin var olmadığını açıkça göstermektedir.
Aylin Atmaca ile sözde örgüt üyesi
Ayşe Pınar Akkaş arasındaki tamamen dostane bir sohbet görülmektedir. Bir suç
örgütü yöneticisinin emrindeki üyeler üzerinde kurması beklenen korku ortamına
tamamen aykırı olan bu konuşma müvekkil ve arkadaşları arasındaki gerçek
dostluğu gözler önüne sermektedir.
Kısaca özetlemek
gerekirse; örgüt suçunun en temel
unsurlarından biri olan örgüt hiyerarşisi içerisindeki emir-talimat ilişkisinin
olmaması nedeniyle ortada bir suç örgütünün varlığından söz etmek mümkün
değildir.
DEVAMLILIK VE ELVERİŞLİLİK UNSURLARI YOKTUR.
Türk Ceza Kanunu, suç
örgütü için basit bir birleşmeyi değil, kamu
için tehlike yaratacak nitelikteki fiili birleşmeyi cezalandırma yoluna
gitmiştir. Bu suçu basit bir birleşmeden ayıran hususlar ise birden fazla suç işleme amacı ve bu amaç
bakımından devamlılık ve elverişlilik gösteren bir yapının
varlığıdır.
Yargıtay
kararlarında devamlılık unsurunun tespiti için örgüt mensubu kişiler arasında amaç suçları devamlı işleme kararlılığı ve iradesinin varlığı
ile elverişliliğin
gerektiği belirtilmektedir. İddianame ve
mütalaada ise bu grup arasındaki bir arkadaşlık ve dostluk ilişkisinin devamı
sözde örgütün ve suçun devamlılığı gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Yetişkin, iyi eğitimli, adli sicili temiz,
hiçbir suç geçmişi olmayan insanların inançları, dünya görüşleri, değerlerinin
ortak olması sebebiyle kurdukları iyi ilişkinin, aralarındaki dostluk ve sevgi
bağının "örgütün devam etmesi" olarak değerlendirilmesi iyi niyetten
ve hukuktan uzak bir yaklaşımdır. İddianamede geçen "Adnan OKTAR Suç
Örgütü mensupları da kendilerini
"arkadaş grubu" olarak tanıtarak, "Bilim Araştırma
Vakfı" ismi altında, yasal bir görünüm kazanmayı amaçlamıştır." cümlesi dahi tek başına bu hukuk dışı ve
önyargılı yaklaşımı göstermesi açısından yeterlidir. Ortada kendisini
ARKADAŞ GRUBU OLARAK TANITAN DEĞİL, üniversite çağlarından beri birlikte olan,
hayata birlikte atılmış, birlikte gülmüş birlikte eğlenmiş, birbirinin
düğününde hastalığında cenazesinde yanı başında olmuş GERÇEK BİR ARKADAŞ GRUBU
bulunmaktadır. Ancak iddia makamı ısrarla yargılananlar arasındaki
dostluk ve arkadaşlık ilişkisini adeta anlamazlıktan gelip,
böyle bir vefa, sadakat, yardımlaşma, dostluk varsa "mutlaka
altında bir şey vardır" mantığıyla hareket etmektedir. Bu yaklaşım her ne kadar halk arasında
sıradan bir sohbetin
konusu olabilirse de bir
iddianamenin, hukuki bir metnin konusu ve yaklaşımı asla olmamalıdır.
Buna karşın iddianamede amaç suçlar, "iddianame
kapsamındaki tüm suçlar" olarak belirlenmiştir ki böyle bir şey hukuken
mümkün değildir. Zira yukarıda da
ifade edildiği üzere örgütün amacı kapsamında işlendiği iddia edilen alıkoyma,
cinsel saldırı, eziyet, eğitim hakkını engelleme
gibi suçların, amaç suç olarak
nitelendirilmesi dahi mümkün değildir. Çünkü bu suçlar için örgüt
kurmanın hiçbir mantığı yoktur.
Örgütün
varlığı için suç işlemek amacı etrafındaki fiili birleşme ve niteliği itibariyle
devamlılık aranır. Bu devamlılık, amaçlanan suçları işleme iradesi
bakımından mevcut olmak
zorundadır. Ancak dava konusu dosyada sözde amaç suç olarak nitelendirilen
suçların büyük bir kısmı devamlılık arz etmeyen ya da devamlılık iradesi ortaya
konulamayan münferit eylemlere
dair atf-ı cürümlerden ibarettir.
İşlendiği iddia edilen
sözüm ona cinsel suçların ise kırk yıllık bir oluşumun
sadece son yıllarında
işlendiği iddia edilmektedir. Yine bu suçların muhatabı olduğu belirtilen ve
iddianame kapsamında da sanık olarak gösterilen kadınların hiçbirinin cinsel
suç işleme amacı ya da iradesinden bahsedilmemektedir. Bahsedilmesi de aslında
mümkün değildir. Zira burada büyük bir çelişki daha söz konusudur. TCK 220.
maddenin gereği olan "Örgütün suç işleme ideali etrafında birleşme şartı
ve birleşmenin niteliği itibariyle devamlılık göstermesinin aranması"
açısından değerlendirildiğinde, sözde örgüt üyesi olarak yargılananların ¾'ünü
oluşturan kadın sanıkların "taciz ve tecavüze uğrayacaklarını
bilerek" ve "kendi şahıslarına karşı
da bu taciz ve tecavüz
suçlarının işlenmesini destekleyerek" bir araya geldikleri
gibi akıllara ziyan bir durum ortaya
çıkmaktadır ki, bu durumun hayatın hiçbir akışının hiçbir yerinde
olamayacağı açıktır. Bu husus da bir kez daha suç örgütü için aranan devamlılık
ve elverişlilik unsurlarının mevcut olmadığını ortaya koymaktadır.
Nitekim Yargıtay
10. CD'nin 16.02.2006 tarih ve 19703/2202 sayılı kararında; “Somut
olaya bakıldığında sanıkların örgüt oluşturmak için sayısal yeterlilikte olduğu
anlaşılmakta ise de aralarında hiyerarşik ilişki ve suç işleme iradelerinde
devamlılık saptanamadığı anlaşılmaktadır" denilmektedir. İlgili
Yargıtay kararı sadece belirli vesilelerle kısmen bir araya gelmiş olan sanıkların aralarında örgütsel bir bağın
kabul edilebilmesi için hiyerarşik bir ilişki bulunmasını ve suç işleme
iradesi olmasını şart koşmaktadır. Oysaki iddianame kapsamında hiyerarşik
ilişki iddiası dahi soyut beyanlar dışında delillerle desteklenememiştir.
SUÇUN MANEVİ UNSURU
YOKTUR.
Sanıkların bir araya geliş gayesinin ortak değerlerini
paylaşmak olduğunu daha önce belirtmiştik. Sanıkların bu camiayla görüşmelerindeki motivasyon budur. Bir suç örgütünün varlığından
bahsedilebilmesi için, örgüt mensuplarının belirsiz sayıda suçu işlemeye
yönelik ortak amaçlarının ve kastının şüpheye
yer bırakmayacak
şekilde ortaya konulması gerekmektedir. Başka bir ifadeyle, belirsiz sayıda suçu işlemek amacının her bir örgüt
mensubunun ortak amacı olduğunun tespiti, suç örgütünün varlığı bakımından
zaruridir3.
Yargıtay bu suçun (üyelik) oluşumunda özel kast aramaktadır. Buna göre, suç
örgütünün varlığı ve kuruluş amacı, örgütün mensupları tarafından bilinip kabul
edilmelidir. Bu bilgi ve kabul, kasten işlenebilen bir suç türü olan suç örgütüne
üye olma fiilinin manevi unsurunu oluşturur. Bilme ve kabullenme iradesi
olmaksızın kişinin suç örgütü üyesi olduğu söylenemez4.
Dolayısıyla bir kişiye
"suç örgütü mensubu" denilebilmesi için öncelikle ortada bir suç örgütünün
bulunması ve o kişinin bu durumu biliyor
olması şarttır. Buna rağmen daha önce bu grupta
uzun yıllar bulunmuş
müşteki konumunda bulunan
veya etkin pişmanlıktan
yararlanan kişiler, örgüt olduğu iddia edilen bu grubun kasten hangi suçları
işlemek için bir araya geldiğine, amaç suçun ya da suçların neler olduğuna dair bilgi verememektedirler. Var
olduğu iddia edilen
sözde suç örgütünün
ne zaman oluştuğuna ve hangi
amaç suçları işlemek için bir araya geldiğine dair somut tek bir beyan veya
delilin olmaması dahi ortada TCK 220
bakımından bir suç örgütünün olmadığını ispatlar niteliktedir. Çünkü
eğer gerçekten ortada bir suç örgütü bulunsaydı,
müştekilerin ve etkin pişmanların amaç suçu gösterebilmeleri, "bu örgüt şu suçu işlemek için kuruldu" diyebilmeleri
gerekirdi.
Dava
konusu olayda ise, sözde suç örgütü olarak nitelendirilen birleşmenin suç
işlemeye yönelik bir kastı ya da iradesi bulunmadığı gibi birleşmenin de suç
işleme amacı yoktur. Nitekim suç örgütü suçlaması ile mevcut birleşme hakkında
2016/103113 sayılı soruşturma öncesindeki tüm
soruşturmalar ya takipsizlik ya da beraat ile sonuçlanmıştır.
3İzzet ÖZGENÇ,
Suç Örgütleri, 20 7, sf. 2 .
4Ersan ŞEN/Sefa
ERYILDIZ, Suç Örgütü Kurma Suçunun
Unsurları, Seçkin Yayınları, 20 8, sf. 95.
Müvekkil ve arkadaşları, daha önce de ifade edildiği üzere, dini, bilimsel, kültürel ve sosyal pek çok amacı bünyesinde barındıran ve yaklaşık 40 yıldır sürekli olarak kamuoyunun önünde bulunmuş bir arkadaş grubudur. Ülkemizde bu kapsamda hareket eden pek çok Müslüman ya da gayri müslim inanç grupları bulunmaktadır. Kişilerin yaşam biçimleri ve inançları ceza yargılamasına konu edilemeyeceği gibi Anayasa ve AİHS ile de koruma altına alınmış bir haktır.
Sanıklar benzer isnatlarla geçmişte de yargılanmış ve o
yargılama esnasında da bugünkü iddianame ile birebir aynı olan ithamlar söz
konusu olmuştur. Huzurdaki
iddianameye baktığımızda da tıpkı geçmiş iddianameler de olduğu gibi baştan
sona kadar müvekkil ve arkadaşlarının yaşam tarzlarının, dünya görüşlerinin ve inançlarının
sorgulandığını görmekteyiz. Halbuki
kişiler istediğine inanıp istediğine inanmamakta, istediği düşünceyi savunup
anlatmakta Anayasal güvence altındadırlar. Kimse inandığı, savunduğu değerlerden
dolayı yargılanamaz. Sayın Artuk da mütalaasında bu hususa şu cümlelerle dikkat
çekmiştir:
".
sanıkların nevi şahsına münhasır olarak nitelendirilebilecek yaşam tarzları,
mer'i kanun hükümlerinden hiçbirini ihlal
etmeyen bir yaşama biçimi olarak kabul edilmelidir."
Netice olarak
hakkında güya suç örgütü olduğuna
dair bu zamana kadar verilmiş bir mahkûmiyet kararı
bulunmayan ve operasyon
tarihine kadar legal
olarak tv kanalı ve
bilimsel vakıf ve basın yayın organları ile faaliyetlerini sürdüren müvekkil ve
arkadaşlarının suç örgütlenmesi altında suç işleme amacı ve kastı
bulunmamaktadır.
GİZLİLİK VE KOD ADI KULLANIMI
İDDİASI DOĞRU DEĞİLDİR.
İddianamede
yer alan gerçek dışı iddialardan biri de sanıkların güya gerçek kimliklerini
gizleyerek "Kod Adı" kullandıkları yalanıdır. Suç örgütlerinde sıkça
rastlanan kod adı kullanımının amacı gerçek kimliği
saklayarak gizliliğin sağlanması ve deşifre olunmasının önlenmesidir. Oysaki başta müvekkil olmak
üzere tüm arkadaşlarının gerçek adları herkesçe bilinmektedir. Müvekkilin tüm arkadaşlarının
kendi ad soyadları ve kendi gerçek
fotoğraflarıyla dolu sosyal
medya hesapları vardır. Bu hesaplar üzerinden yıllardır
düzenli olarak paylaşımlar yapmaktadırlar. Ayrıca bu hesaplarda yapılan
paylaşımlar bugüne kadar
yüz binlerce insan tarafından okunmuş, beğenilmiş ve yorumlar yapılmıştır. Sanıkların A9 TV'deki
yayınlarda kendi isimleriyle yer almışlardır. Milyonlarca
kişi onları kendi isimleriyle tanımıştır. Hiç kimse gerçek kimliğini bir an
olsun gizleme ihtiyacı hissetmemiştir.
Bu
camia hakkında daha önce yürütülen adli soruşturmaların hiçbirinde "kod
ismi kullanımı" gibi bir iddia öne sürülmemiştir. Eğer gerçekten bir kod
ismi uygulaması bulunsaydı bunun önceki soruşturmalarda gündeme gelmesi
gerekirdi.
İddianamede güya kod adı diye adledilenlerin tamamı arkadaşlar arasında
kullanılan lakaplar ve yakıştırmalardan ibarettir. Örneğin, Gökalp için
"Göko", Oktar için "Oki", Didem için "Dido" gibi.
Bu lakapları duyan alakasız bir kişinin de ilk aklına gelen şey, zaten o kişinin gerçek
adı olmaktadır, dolayısıyla bu lakapların gerçek kimliği gizlemek gibi bir fonksiyonu yoktur.
Hatta tabiri caizse söz konusu iddianın absürdlüğünü ortaya koyan
çok daha vahim kod adı iddiaları vardır.
Bunlara dair sadece
birkaç örnek vermek
gerekirse; Burak Sanver için "Sanver", Fatih Menet için
"Menet", Fatih Kılıç için "Kılıç" gibi. Yani görülmektedir
ki, Savcılık ya gerçek bir kod adı uygulamasının neye hizmet ettiğinden ya da kendi dosyasının sanıklarının kimliklerinden bihaberdir.
Kod adı isnadının yersizliğinin daha iyi anlaşılabilmesi bakımından bazı
örnekler vermemizin faydalı olacağı kanaatindeyiz:
Aslı Efeoğlu: Kod adı Maviş Aslı.
Meltem Daban: Kod adı Dost Meltem.
Yakup Balaban: Kod adı Yaki.
Gökalp Barlan:
Kod adı Göko
Esra Saraçoğlu: Kod ismi Kuzu Esra.
İbrahim Tuncer: Kod ismi Tuncer.
Burak Sanver: Kod adı Sanver Fatih Kılıç: Kod adı Kılıç
Fatih Menet: Kod adı Menet Sedat Altan: Kod ismi Saltan.
Altuğ Eti: Kod adı Eti.
Erdem Ertüzün: Kod adı Küçük Erdem. Tufan Gürlek: Kod adı Tufi.
Emre Teker: Kod adı Eczacı Emre. Nihat Balaban: Kod adı Nahit.
Ediz Çalıkoğlu: Kod adı Edo. Cüneyt Özyaşar:
Kod adı Cücü.
Ahmet Çelik: Kod adı Giresun Ahmet.
Serkan Demir: Kod adı Sivas Serkan. Mehmet Yıldırım: Kod adı Alman Mehmet
Yasin Göker: Kod adı Alman Yasin vb.
Ayrıca
tüm müştekiler ve etkin pişman sanıklar kendilerine yaptırılan fotoğraf
teşhislerinde sanıkları isim ve
soyadlarıyla teşhis etmiştir, kod adlarıyla değil.
Sadece bu durum bile sanıkların gerçek kimliklerinin net olarak bilindiğinin
kanıtıdır.
Tüm
bunların haricinde, güya kod adı olduğu iddia edilen ama gerçeğinde sadece
birer lakap olan bu isimler A9 TV canlı yayınlarında ve sosyal medya
paylaşımlarında sayısız kez kullanılmıştır. Gerek müvekkil gerekse arkadaşları
televizyon programlarında birbirlerine çok defalar bu lakaplarla hitap
etmişlerdir. Yani ortada gizli saklı bir durum yoktur.
Dolayısıyla güya "örgütsel gizlilik" amacı ile
kod isim kullanıldığı iddiası dayanaktan yoksundur. Sadece müvekkil değil, arkadaşları da hayatlarını şeffaf
ve kamuoyu önünde yaşamaktadırlar. Müvekkil ve arkadaşlarının gizlilik gibi bir
amacı olsaydı, bu denli şeffaf ve gözler önünde bir hayat yaşamaları
kendilerinden beklenmezdi. Sırf bu durum bile müvekkil ve arkadaşlarının "suç örgütü" olmadığının ispatıdır.
Kaldı
ki etkin pişmanlık yasasından yararlanan sanıklar dahi "kod adı"
olmadığını, arkadaşlar arasında kullandıkları sıradan lakaplar olduğunu
huzurunuzda ikrar etmişlerdir. Birkaç örnek vermek gerekirse:
Etkin pişman
sanık Mustafa Arular;
Etkin pişman
sanık Emre Teker:
Etkin pişman
sanık Adnan Tınarlıoğlu:
Etkin pişman sanık Akın Gözükan:
Müşteki Ceyhun
Gökdoğan:
Aslında müştekilerin neden
böyle bir iddia ortaya atmaya ihtiyaç duyduklarını anlamak hiç de zor değildir.
Kod adı uygulamasını kimlerin ne amaçla
kullandığına baktığımızda müvekkil ve arkadaşlarına isnat edilen bu suçlamanın
mantıksızlığı hemen anlaşılmaktadır.
Örneğin;
FETÖ/PDY bakımından olaya baktığımızda, FETÖ/PDY örgüt üyelerinin aileleri
tarafından verilen yasal isimlerinin dışında üyelerine yeni isimler verildiğini
görmekteyiz. Böylelikle birçok örgüt üyesinin
birbirini gerçek isimleriyle tanımamaları sağlanmaktadır.
FETÖ'nün
hücre yapılanmasında, aynı kurumda yan yana çalışanlar dahi birbirinin FETÖ kimliğinden habersizdir. Bağlantılar, sadece kod adını bildiği bir "abi" ile sürekli olarak görüşmek şeklinde
yürütülmektedir. Bu kod adlarının en önemli özelliği de kişinin gerçek
kimliğini saklayacak şekilde düzenlenmiş olmasıdır. Örneğin;
"Ahmet" kod adlı Levent T., "Sait"
kod adlı Sadık K., "Yavuz" kod adlı Nihat M., "İlhan" kod adlı Fatih
D., "Ömer" kod adlı Önder
Y., "Mesut" kod adlı Avşar
Z., "Asım" kod adlı Evren P., "Baki" kod adlı Reşat Ş., "Ünal" kod adlı Ömer E.,
"Yılmaz" kod adlı Yıldırım S...
Görüldüğü üzere kullanılan kod adı ile kişinin gerçek
ismi arasında uzaktan yakından bir bağlantı yoktur.
Terör
örgütlerinin ağır suç kapsamına giren eylemleri sırasında tespit edilmeyi ve
yakalanmayı güçleştirmek amaçlı olarak kod adı kullanmayı tercih ettikleri
bilinmektedir. Örneğin PKK Terör Örgütü'ne baktığımızda da, aynı şekilde kod
adlarının gerçek kimlikleri saklamak amacıyla kullanıldığını görmekteyiz,
mesela;
"Roni" kod adlı Gazi Bahadır, "Serdar" kod adlı Serkan Tan, "Mervan" kod adlı
Yunus Dalgın, "Zeynel" kod adlı Mehmet Yakışır ,"Aram Civan" kod isimli Osman Gülen,"Delal
Amed" kod adlı Hülya Eroğlu, "Atakan Mahir" kod adlı İbrahim Çoban,"Mam Zeki Şengali" kod adlı İsmail Özden
Oysa
müvekkil Adnan Oktar ve arkadaşları arasında ne "kod adı" ne de
gerçek adından başka bir ad kullanımı
bulunmamaktadır. Arkadaş grubundaki herkes herkesi 40 yıldır
gerçek ismiyle tanıdığını, gerçek ismiyle
hitap ettiğini,
organizasyonlarda bir araya gelip görüştüğünü beyan etmiştir. Basında ve bazı
husumetli müşteki ifadelerinde ortaya "kod adıymış" gibi atılan
iddialar kod adı değil birbirlerini uzun yıllardır tanıyan samimi arkadaşların
kullandığı lakap ve hitaplardan ibarettir.
SUÇ ÖRGÜTÜNÜN SİLAHLI
HALİ YOKTUR.
TCK m.220'de, suç işlemek amacıyla
örgüt kurma suçunun
genel suç tipi tanımlanmış
ve maddenin 3. fıkrasında ise, suç
örgütünün silahlı olması
nitelikli hal sayılmıştır. Bir suç örgütünün "silahlı" olarak nitelenebilmesi için mensuplarında silah
bulunmasında silah kullanması yeterli değildir. Bu kişilerin silahlarını örgütün amaç suçlarını işlemede kullanmış
olması gerekir. Bu suç; genel suç işleme kastı ile işlenmeye elverişli olup, örgütün silahlı
olup olmadığı da bulundurulan veya kullanılan silahların cinsine, özelliklerine ve
miktarına, örgütün faaliyetleri kapsamında kullanılmasına, elde edilen silahlarla
suç örgütünün amaçladığı, teşebbüs ettiği veya işlediği suçlar arasında illiyet
bağı kurulup kurulamadığına göre belirlenecektir.
Bunun
dışında, sırf bir veya birkaç örgüt elemanından elde edilen veya örgütün
silahlı sayılmasına yetmeyecek derecede az sayıda bulunan silahlar ile örgüt
mensuplarının ruhsatlı olarak bulundurdukları veya taşıdıkları, fakat faaliyet
suçlarında kullanılmayan silahlardan dolayı örgütün "silahlı örgüt" sayılması mümkün değildir. Yargıtay kararları ve
doktrinde yer alan görüşlerde:
"...Zor ve
tehditle para tahsili amacıyla kuruşmuş bir suç örgütü içindeki kişilerin
silahlı olması nedeniyle 3. Fıkra uyarınca cezanın arttırılması gerekirken,
belgede sahtecilik ya da sahte para basmak suçlarını işlemek amacıyla kurulmuş
bir örgütteki
kişilerin silahlı
olması durumunda cezanın arttırılması olanaklı olamayacaktır. Çünkü silah
sahtecilik suçlarının işlenmesine ilişkin elverişlilik bakımından önemli
değildir…
…örgüt
mensuplarının kişisel gereksinimleri için silah bulundurmaları halinde 220/3.
fıkradaki nitelikli hal oluşmaz. Ayrıca örgütün amaçlarını gerçekleştirmeyi
doğrudan veya dolaylı olarak kolaylaştırmaya elverişli olmayan silahların da bu
kapsamda değerlendirilmemesi gerekir…”5
Nitekim Yargıtay, örgüt
üyelerinde ele geçirilen silahların ruhsatsız olarak bulundurulmaları dışında
suç örgütüne ait olduklarına ve örgüt faaliyeti çerçevesinde başka suçta kullanıldıklarına dair kesin,
inandırıcı, kuşkudan uzak kanıt
bulunmadığı hallerde örgütün silahlı kabul edilemeyeceğini, nitelikli halin bu
durumda uygulanamayacağını içtihat etmiştir. 6
Diğer yandan
müşteki ya da tanık beyanlarının tamamına yakını alınan
silahların suç işlemek
amacıyla kullanıldığına dair bir ifadeye yer vermemiştir. Hatta etkin
pişmanlıktan yararlanan sanıkların (örneğin Altuğ Eti} beyanlarından da
anlaşılacağı üzere bu silahların ruhsatları kişisel güvenlik amacıyla alınmış olup, başka bir gayeyle
temin edilmemiştir. Nitekim Savcılığın
18.07.2018 tarihli tutuklamaya sevk müzekkeresinde de silahların kuyumculuk ve
güvenlik amacıyla alındığı anlatılmaktadır. Bu kapsamda kişisel amaçlarla
silah taşınması halinde ağırlatıcı neden oluşmayacaktır. Dolayısıyla da örgütün suç işleme amacı dışındaki herhangi
bir sebeple silah bulundurulması, silah nedeniyle ağırlatıcı halin
uygulanmasına engel olacaktır.
Bu durumda polis
operasyonu kapsamında ele geçirilen ve
tamamı yasal ruhsatlı toplamda 79 tabanca ve 23 yivsiz av tüfeğinin müvekkil ve
arkadaşlarına isnat edilen TCK m.220/3 kapsamındaki suç örgütü suçunun silahlı halini oluşturmayacağı
5 Osman Yaşar, Hasan Tahsin
Gökcan, Mustafa Artuç Türk Ceza Kanunu Ankara
20 0, Cilt IV
6 Yargıtay 5.C.D. 9. 2.2008 tarih 2008
25 6- 687
çok açıktır. Şöyle ki;
-
Polis operasyonunda ele geçirilen silahların tamamı yasal ruhsatlı
olup sicilleri de tertemizdir. Bu
silahların hiçbiri hiçbir
eylemde kullanılmamış olup en ufak bir suça dahi karışmamıştır.
-
Söz konusu
silahların çok büyük bir kısmı -özellikle 23 adet yivsiz av tüfekleri- 15
Temmuz hain darbe girişimi sonrası alınmıştır. Geri kalan silahların ise bir
kısmı müvekkil ve arkadaşlarına yapılan 1999
tarihli polis operasyonu kapsamında el koyulan ve 2015-2016 yılları ve
sonrasında adli emanetten sahiplerine geri verilen silahlardır.
-
Yasal ruhsat alımı
nispeten daha kolay ve daha ekonomik olduğu için 15 Temmuz sonrasında yivsiz av tüfek satışlarında ciddi bir patlama
olmuş, ruhsat başvurularında ciddi kuyruklar oluşmuştur. Polis operasyonunda zapt edilen tüfeklerin neredeyse tamamı da bu
süreçte alınmış silahlardır.
-
Silahların tamamı
yasal müracaatlar sonucunda verilen yasal ruhsatlar neticesinde alınmıştır. Bu silahların ruhsatlarını alan kişilerin
tamamı adli ve idari birimlerce yapılan sıkı tahkikatlardan geçmişler
ve neticesinde silah kullanmaya ehil olduklarının tespit edilmesiyle
ruhsat alınmıştır.
-
Ayrıca el konulan
silahların çok büyük bir kısmı, özellikle
tüfekler, kendi orijinal kutularında, de monte olarak ve hiç kullanılmamış, bir
kısmı ise hiç kurulmamış halde bulunmuştur. Bugün çat kapı gidilecek bir evin/şirketin
herhangi bir odasında veya çekmecesinde bir tüfek veya tabanca bulmak dahi
mümkünken el konulan silahların
kullanıma hazır olmaması dahi suçlamaların yersizliğini gözler önüne
sermektedir.
-
Silahlı bir suç
örgütünün var olabilmesi için örgüte ait silahların bu örgütle ilişkili olarak
işlenen suçlarda kullanılmış olması gerekmektedir. Oysaki
sözde mağdur ve müştekilerin
hiçbirisinin bu silahların kullanılarak herhangi bir suç işlendiğine dair
beyanları bulunmamaktadır. Hiçbir sözde mağdur/müşteki bu olaylar esnasında
kendilerinin silahla tehdit edildiğinden bahsetmemiştir.
İşin aslı çok net ve yalındır. Müvekkil yıllardır yaptığı
faaliyetleri nedeniyle PKK, KCK,
DHKP-C, DEAŞ ve EL KAİDE gibi terör örgütlerinin suikast listesindedir.
Müvekkil hemen her gün gerek sosyal medya üzerinden gerekse A9TV'na gönderilen
mesajlar ve telefon aramalarıyla ölüm tehditleri almıştır. Bunları defaten
belgeleriyle birlikte dosyaya sunmuştuk.
Müvekkil
ve arkadaşlarının yıllardır hemen her gün bilinen bir adreste 10-12 saat kadar süren
canlı yayın programları yaptıkları göz önüne
alınırsa, bu ölüm tehditlerini
hayata geçirmenin ne kadar kolay olduğu anlaşılacaktır. Bahse konu silahların tamamı da müvekkilin arkadaşları tarafından kendilerini ve
arkadaşlarını koruma refleksiyle alınmıştır. Müvekkil ve arkadaşlarına yönelik
yapılan somut ve ciddi boyuttaki tehditlerin sadece bir kısmından bahsetmek
gerekirse;
Müvekkil birçok
terör örgütünün ölüm ve suikast
listesinde yer almaktadır. PKK, KCK, DHKP-C, DEAŞ ve EL KAİDE terör
örgütü mensupları müvekkilin evinde ve yayın
yaptığı stüdyonun etrafında keşifler yapmışlar ve bu keşif girişimleri
teknik takiplere takılmıştır.
İstanbul
Valiliği ve Emniyet Müdürlüğü bu tehdit ve suikast girişimlerine dair bizzat
müvekkilin kendisine tebligatlar yapmış ve gerekli
koruma tedbirlerini tahsis
etmiştir.
İstanbul Emniyet Müdürlüğünün 08.04.2016 tarihli
yazısında, “…PKK/KCK terör örgütü mensupları tarafından aralarında Adnan Oktar'ın
da isminin geçtiği şahıslara yönelik açık kaynak araştırması yapıldığı, söz
konusu şahsa yönelik terör örgütü mensupları tarafından silahlı eylem
yapılabileceğinin değerlendirildiği." ifadesi kullanılmıştır.
İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nün 03.05.2016 tarihli
yazısında, "...Kısa zaman içinde DEAŞ terör örgütünün yurt içinde yürüttükleri faaliyetler kapsamında yapılan
tetkikler neticesinde Adnan
Oktar'ın ikamet bilgilerinin internet ortamından araştırıldığı ve muhtemel saldırı hedefi olabilecekleri." denmiştir.
Devletimizin PKK, DEAŞ ve benzeri örgütlere karşı
yıllardır büyük tedbirler aldığı ve operasyonlar düzenlediği hepimizin
malumudur. Dolayısıyla müvekkil ve arkadaşlarının da bu örgütlerden kendilerini korumak için tedbir almaları
gayet doğal karşılanması gereken
bir hakkın kullanımından ibarettir. Kaldı ki, Emniyet Müdürlüğü
kendi tashih ettiği korumaların haricinde, müvekkile kendi tedbirini almasını ve bu tehditlere karşı dikkatli olmasını
hatırlatmıştır. Hatta bunun üzerine A9 TV stüdyosunun bulunduğu yere gelen
emniyet ekipleri keşif yapmışlar, müvekkil ve arkadaşlarının hangi tedbirleri
almasının uygun olacağına dair tavsiyelerde bulunmuşlardır.
Müvekkilin yakın zamanlarda aldığı somut tehditlerin ve can güvenliğine dair somut risklerinin
bazılarına dair örnekler vermek gerekirse:
A9 TV'yi 07.02.2018 günü Sakarya'dan arayan
S. Ö. isimli kişi, "müvekkile bir suikast
düzenleneceğini, çok uzaktan sessiz bir el ateş edileceğini ve bu eylem için
silah temin hazırlıkları yapıldığı"nı beyan etmiştir. Bu ihbar üzerine
müvekkil şikayette bulunmuş ve İstanbul
Anadolu C.B.Savcılığı'nca 2018/84491 numaralı soruşturma
açılmıştır. Soruşturma
kapsamında Üsküdar İlçe Emniyet Müdürlüğü tarafından alınan tedbirler sayesinde söz konusu
suikast önlenmiştir.
Müvekkil ve arkadaşlarına
uzun zaman boyunca tehdit ve hakaretlerde bulunan Köroğlu Gençlik Teşkilatı
(KGT} başkanı Mahmut Alan ve yandaşları
A9 TV'nun stüdyosu önünde ve çevresinde gizlice çekim ve tatbikatlar yapıp daha
sonrasında müvekkil ve arkadaşlarına bu stüdyoda suikast
yapacaklarını belirten videolar
çekip yayınlamışlardır. Söz konusu video çok kısa bir süre
içerisinde on binlerce kişiye yayılmış, müvekkil ve arkadaşlarına yüzlerce
tehdit mesajı yağmıştır.
Müvekkil bu ölüm
tehditleri üzerine şikayette bulunmuş ve İstanbul Anadolu C.B.Savcılığı
2018/23493 numaralı soruşturma kapsamında yapılan tahkikatlar neticesinde,
"Mahmut Alan'ın müvekkile silahlı
bir eylem hazırlığı içerisinde olduğu, bu amaçla Elvan Aydemir isimli bir Aras Kargo çalışanına kargo aracıyla keşif
yaptırdığını, müvekkilin giriş
çıkış saatlerini tespit
ettirerek bu sayede
müvekkili silahla alıkoymayı planladığı anlaşılmıştır." Mahmut Alan ve ona yardım eden yandaşları bu suikast girişimin ardından yakalanarak gözaltına alınmışlar
ve bir müddet tutuklu olarak yargılanmışlardır.
Ayrıca
sadece Mahmut Alan ve ekibi tarafından değil, husumetli müdahiller tarafından
da stüdyonun açık adresi ve konumu paylaşılmış, müvekkil ve arkadaşları açık
hedef haline getirilmiştir.
Yine 2018 yılının şubat
aylarında Üsküdar İlçe Emniyet Müdürlüğü tarafından A9TV stüdyosunun çevresinde
günler boyunca güvenlik tedbirleri alınmıştır. Emniyet yetkilileri tarafından, "stüdyonun önünde müvekkil
aleyhinde eylem ve protesto gösterileri yapılacağına
dair" bir tespit yapılmıştır. Bu tespit üzerine birçok sivil ve
üniformalı polis stüdyo etrafında nöbet tutmuşlar ve bu sayede amaçlanan eylem gerçekleşememiştir. Bu
tespit ve alınan tedbirlere ait kayıtlar Üsküdar İlçe Emniyet Müdürlüğü
Güvenlik Büro Amirliği'nde bulunmaktadır.
Ayrıca,
bu somut ölüm ve suikast tehditlerinin haricinde müvekkil ve arkadaşlarına
yönelik sosyal medyadan çok sayıda tehdit mesajları da gelmektedir. Pek tabii
ki bu tehditlere karşı müvekkil ve arkadaşları da kendilerini koruma amaçlı
legal tedbirler almak zorunda kalmışlardır.
Özetle toparlamak gerekirse; Bir örgütün
silahlı kabul edilebilmesi için silahların sayı ve nitelik itibarıyla amaç suçları
işlemeye elverişli olması gerekir. Somut olayımızda iddianamedeki bu kadar
sayıda ve çeşitlilikteki suç isnadı karşısında çok daha fazla kişide daha fazla
sayıda silah bulunması gerekirdi. Yine silahların niteliği de amaç suçların
işlenmesine uygun değildir. İddianamede sözde örgütün amacının cinsel suçları
işlemek olarak gösterilmesi ve bu suçların işlenmesinde cebir kullanıldığı
iddiasının bulunmaması karşısında, silahların bu suçları işlemekte ne işe
yarayacağı sorusunun cevabı bulunmamaktadır. Yine şehirde gizli
bir şekilde taşınması mümkün olmayan
yivsiz av tüfeklerinin amaç suçları işlemekte herhangi bir fonksiyon
göremeyeceği izahtan varestedir.
Ayrıca silahların tamamı ruhsatlı olup yasadışı bir şekilde silah bulundurulması veya taşınması söz konusu değildir. Bu
silahların sahipleri kanunlarda aranan koşulları yerine getirip ruhsatlarını
almışlardır. İddianamede silah ruhsatı
alımından güya idarenin yanıltıldığı ileri sürülmüştür {s.54). Böyle bir iddiada bulunan iddia makamından,
silahların hangisinin alımından hangi sanığın hangi suretle idareyi aldattığını
delilleriyle beraber somut olarak ortaya koyması beklenirdi. Ruhsat alımından
idarenin aldatılabilmesi için başvuru sırasında istenilen belgelerin gerçeğe aykırı
olması gerekirdi. Oysa böyle bir belgenin sahteliğine ilişkin açılmış bir dava
bulunmamaktadır. Bu nedenle
de ruhsatların tamamı ilgili idarenin
denetimleri ve izni dahilinde verilmiş legal, yasal silah ruhsatlarıdır.
Eğer ki iddia edildiği gibi emir-talimat zincirinde hareket edilen bir örgüt söz konusu
olsaydı, ruhsatlı
silah alımıyla uğraşılmaz, alımı çok daha kolay ve ucuz olan ruhsatsız
silahlar el altından satın alınabilirdi. Oysaki müvekkil ve çevresindekiler
bütün faaliyetlerini şeffaf bir şekilde yürütmüşler, sürekli kamuoyunun önünde
olmuşlar (A9 TV gibi} ve
gizli herhangi bir iş yürütmenin peşinde olmamışlardır.
Bir
örgütün yönetici ve üyelerinin bulundurdukları veya taşıdıkları ruhsatlı
silahlar, hiçbir şekilde amaç suçlarda kullanılmamış ise örgütün silahlı sayılması
mümkün değildir. Yukarıda da ifade edildiği üzere, dava konusu olayda el konulan
silahlardan hiçbirinin bir suçta kullanıldığına dair bir iddia veya delil
yoktur. Dolayısıyla olayda silahlı bir örgütten de bahsedilmesi mümkün
değildir.
11.07.2018 TARİHLİ POLİS OPERASYONU
ESNASINDA YAŞANDIĞI İDDİA EDİLEN ATEŞ ETME EYLEMİNİN SÖZDE ÖRGÜTÜN SİLAHLI
EYLEMİ OLARAK KABUL EDİLMESİ DOĞRU DEĞİLDİR.
Mert
Sucu tarafından polis operasyonu esnasında ateş açıldığı yönündeki iddia,
iddianamede Adnan Oktar ve arkadaşlarının
güya "silahlı suç örgütü" olduğunu delillendirmek için kullanılmıştır. İddianamede bu konu şu şekilde kurgulanmıştır:
"Alınan beyanlarda, örgüt lideri tarafından muhtemel
adli operasyon esnasında kimin ne
şekilde davranacağı, nöbet sistemine
müdahil şahısların Emniyet birimleri intikal ettiğinde ne şekilde hareket
edeceği ve gerektiğinde silah kullanmaktan çekinilmemesi gerektiği hususları
yer almıştır. Bu doğrultuda 11.07.2018 tarihinde örgüte yönelik
gerçekleştirilen operasyonlarda, Dragos olarak tabir edilen örgüt merkezinde
arama işlemlerini gerçekleştiren kolluk personeline yönelik olarak, halihazırda tutuklu
bulunan örgüt mensubu Mert
SUCU tarafından ateş açılmış, Özel
Harekat Şube Müdürlüğü görevlisi bir personel iki adet isabet almış, ancak kullanmış olduğu çelik yelekten
dolayı herhangi bir ölümlü olay yaşanmamıştır." (İddianame sayfa 155}
Öncelikle Mert Sucu
tarafından bir polis memurunun canına kast edilerek ateş açıldığı yönündeki iddiaları kabul etmediğimizi belirtmekle birlikte,
iddianamede bahsedilen "alınan
beyanlardan" kasıt, müşteki
Alper Ünek ve etkin pişman şüpheli Emre Kutlu'nun ifadelerinde kullandıkları anlatımlardır. Bunlar şu şekildedir:
Alper Ünek 14.07.2018 tarihli emniyet ifadesi: "(Erkek
Kardeşler) örgüt karargahında kule diye tabir edilen yerde sıra ile nöbet tutarlar ve örgütün legal ve illegal her
işi yapar, örgüte maddi destek sağlar, ayrıca nöbet sistemi ile ana
karargahtaki günlük iş ve işleyişleri yaparlar. Adnan Oktar isimli şahsın yakın
korumaları da bu gruptan seçilir.
Adnan Oktar bu gruptaki şahıslara şayet kolluk kuvvetleri kendisine karşı bir
operasyon düzenlerse gelen kolluk kuvvetlerine
ateş etmeleri ve kendisine kaçmak için zaman kazandırmaları talimatını vermiştir. Adnan Oktar şayet kendisi
uğruna ölünürse şehit olacaklarını söylemiştir."
Emre Kutlu 16.10.2018 tarihli emniyet ifadesi: "Özel ders alan silahlı grupta Tarkan Yavaş,
Mert Sucu, Alpar Sayın, Cüneyt Özyaşar, ayrılan Özkan Mamati, ayrılan Ümit Kuruca bu gruptaydı. Adnan Oktar bu gruba sürekli riskli bir
durum veya bize karşı bir hareket olursa kim olduğuna bakmadan ateş etmelerini
söylerdi. Bu söylem bir talimattı. Yayının yapıldığı stüdyonun önünde camları kurşungeçirmez bir
kulübe vardır. Bu kulübede silahlı birkaç kişi ön güvenlik ekibi olarak bulunurdu. Bunlarda çok sayıda mermi
ve şarjör vardı. Olası silahlı baskınlara karşı ilk karşılamayı yapmaları için görevlendirilmiş ve Adnan Oktar tarafından
ateş etme emri kendilerine verilmişti."
Hem
Alper Ünek, hem de Emre Kutlu bu anlatımlarını olayın yaşandığı 11.07.2018
tarihinden SONRA, olaydan haberdar
olarak vermişlerdir. Alper Ünek husumetli bir kişidir ve elinden geldiğince zarar
vermeye çalışmaktadır. Emre Kutlu ise Alper Ünek ve diğer müştekilerle temas içindedir, etkin pişman olarak kendini
kurtarma korkusundadır ve bu sebeple diğer müştekilerin anlatımlarına harfiyen uyma gayreti içindedir.
OLAY TARİHİNDEN ÖNCE (11.07.2018) İFADE VERMİŞ DİĞER
MÜŞTEKİ İFADELERİNİN HİÇBİRİNDE BU YÖNDE BİR ANLATIM GÖRÜLMEMİŞTİR. Hatta Emre
Kutlu'nun ifadesinde belirttiği sözde özel ders alan grupta yer aldığını iddia ettiği
Özkan Mamati ve Ümit Kuruca bile polise karşı ateş açma talimatı gibi bir şeyden bahsetmemiştir. Bilakis,
Ümit Kuruca'nın 13.11.2017 tarihli ifadesinde şöyle bir anlatım bulunmaktadır: "Adnan OKTAR, kapıya polis geldiğinde
sıralı olarak anı anına ne gibi tedbirler almamız gerektiği ile ilgili geniş
kapsamlı bilgiler vermiştir. Eğer polis "arama yapmak istiyoruz" ya da
"şu kişi burada mı?" gibi
sorular sorarsa, kesinlikle kapıyı açmayıp, Adnan OKTAR'a ve bacılara bilgi
vererek "avukatımızı bekliyoruz" şeklinde zaman kazanılmasını
isterdi." NİTEKİM ALPER ÜNEK VE EMRE KUTLU MAHKEMENİZ
HUZURUNDA VERDİKLERİ İFADELERDE BU HUSUSLARDAN HİÇ BAHSETMEMİŞLERDİR.
Dolayısıyla, iddianamede
ortaya konan güya “örgüt lideri tarafından muhtemel adli
operasyon esnasında kimin ne şekilde davranacağı, nöbet sistemine müdahil
şahısların Emniyet birimlerine intikal
ettiğinde ne şekilde hareket edeceği ve gerektiğinde silah kullanmaktan
çekinilmemesi gerektiği" anlatımı TAMAMEN HAYAL MAHSULÜDÜR.
İddianamede
"nöbet sistemine müdahil şahısların Emniyet birimleri intikal ettiğinde ne
şekilde hareket edeceği ve gerektiğinde silah kullanmaktan çekinilmemesi
gerektiği" şeklinde beyan edilen durum, Mert Sucu vakasında YAŞANMAMIŞTIR.
Daha da önemlisi,
iddianamedeki anlatıma ve atıfta bulunduğu kişilerin ifadelerine göre, güya emniyet
birimlerine ateş etme talimatı
"erkek kardeşler grubunda nöbet tutan" tüm kişilere yönelik bir
talimattır. Oysa aynı ikamette gözaltına alınan Kartal İş, Alpar Sayın, Orhan
Mazıcı, Bedri Edis Yılmaz, Nihat
Balaban, Melih Çelikler, Halil Hilmi Müftüoğlu, Tarık Koç, Korkut Yasa, Burhan
Efeoğlu, Ahmet Oktar Babuna ellerinde her türlü
imkan olmasına rağmen silahlı direniş
göstermemiştir. Eğer iddianamede öne sürüldüğü gibi bir silahlı direniş
yönünde ortak tavır söz konusu olsaydı bu kişilerinin hepsinin aynı tavrı göstermesi
gerekirdi. Arama mahalline gelen polislerin kapalı kapılarla, mevzilenmiş
silahlı kişilerle, direnişle, mukavemetle karşılaşmaları gerekirdi. Oysaki,
görevliler sonuna kadar açılmış kapılarla kendilerine yardımcı olan güler yüzlü
insanlarla karşılaşmışlardır.
İddianameye
dayanak yapılan Alper Ünek'in ifadesine göre, polise ateş etme talimatı güya
Adnan Oktar'ın kaçabilmesine zemin oluşturma ve vakit kazandırma amaçlıdır. Bu
iddia olayın zamanlaması açısından gerçek dışı olmakla birlikte, o an
derin uykuda ve olup bitenden çok
alakasız bir noktada ve habersiz olan Mert Sucu'nun bu amaca yönelik hareket ettiğini iddia etmek imkansızdır. Mert Sucu o an ne Adnan Oktar'ın konumundan ne de dışarıda olanlardan
haberdar değildir.
Müvekkil Adnan Oktar'ın ikametten
ayrıldığı saat, kamera kayıtlarına göre 04:47
– 04:50
aralığındadır. Oysa Mert Sucu olayının yaşandığı saat, tüm
resmi raporlara ve polis ifadelerine göre 06:00 – 06:30 arasındadır. Müvekkilin
ikametten ayrılmasından yaklaşık 1,5 saat sonra Mert Sucu'nun ona "kaçması
için zaman kazandırmak" amacıyla polisle silahlı çatışmaya girdiğini iddia
etmek hayatın doğal akışına aykırıdır.
Öte
yandan, bu iddia zaten çok mantıksızdır çünkü farklı şubelerden yüzlerce
polis memurunun katıldığı hava destekli bir operasyon söz konusudur.
Arama mahalline yüzlerce polis girmişken Mert SUCU'nun olduğu yere sadece 2-3
polis gitmiştir. Diğerleri arazinin farklı yerlerine dağılmışlardır. Mert SUCU'nun 2-3 polisi
oyalamasının bir şeye
yaramayacağı, diğer görevlileri durduramayacağı açıktır. Bu kadar kalabalık bir emniyet gücünün dahil olduğu operasyonda, arazinin ücra bölümünde yer alan odanın içinde olan Mert Sucu'nun Adnan Oktar'ın güya kaçışını kolaylaştırması, ona vakit kazandırması
imkansızdır. Nitekim aynı anda
ikametin çeşitli noktalarında başka başka ekipler arama, el koyma ve yakalama
çalışmalarını devam ettirmektedirler.
İddianamede
yapılanmanın güya silahlı suç örgütü olduğuna delil olarak kullanılan bu hadise, şu şekilde yorumlanmıştır:
"Bahse konu olay,
operasyonun başlangıcında, örgüt merkezine giriş esnasında yaşanmış
olsaydı, anlık bir reaksiyon neticesinde yaşandığı ve refleks olarak yahut da muhtemel saldırıya reaksiyon olarak
gerçekleştiği düşünülebilirdi. Ancak olay, operasyon başlayıp, örgüt merkezinin
büyük kısmında hakimiyetin sağlandığı, aramaların devam ettiği ilerleyen saatlerde gerçekleşmiştir. Bu
sebeple silahlı saldırı olayının, ifadelerde geçen örgüt içi tedbirler kapsamında örgüt liderlerinin talimatları
doğrultusunda gerçekleştirildiği
değerlendirilmektedir."
Görüldüğü
gibi iddianamede bahse konu olayın
ilerleyen saatlerde gerçekleştiği belirtilerek, bunun operasyonun başlamasından saatler sonra gerçekleştiği öne
sürülmüş ve bu anlatım üzerinden güya "silahlı
direniş" iddiası uydurulmuştur. Oysa Olay Yeri İnceleme Ekibinin raporunda açıklamalar kısmında operasyonun saat
06.00 sularında başlatıldığı belirtilmiş ve sözde ateş etme olayının ise yine saat 06.00
sıralarında olduğu tutanağa geçirilmiştir.
Yani
iddianamede öne sürülen "ilerleyen
saatler" anlatımı doğru değildir. Ayrıca, bahse konu adres için 11.07.2018'de
düzenlenen YAKALAMA EL KOYMA TUTANAĞI'nda bu olay şöyle anlatılmış:
Dolayısıyla Savcılığın bu iddiayı güya "örgüt
içi tedbir olarak örgüt liderinin
talimatı ile olmuş" gibi yansıtması
hatalı olmuştur. Zaten bu şekilde bir talimat
olsa idi, o sırada evde olan (ve diğer tüm evlerde olan} silah sahibi
diğer kişilerin de iddia edilen
davranışı sergilemeleri gerekirdi. Ancak böyle olmamıştır.
Tüm
bunların haricinde müvekkil Adnan Oktar her zaman polisimizin, askerimizin
yanında olmuş, onları hayrı, iyiliği ve selameti için dualar etmiştir. Özel
hareket polislerimizin, askerlerimizin çok zor
şartlar altında sırf vatan müdafaası ve Allah rızası için görev yaptıklarını, her birinin çok mübarek insanlar
olduklarını hem kendilerinin hem ailelerinin bizlere
emanet olduklarını birçok kez dile getirmiştir. Müvekkilin bu konuşmalarından
sadece birkaç örnek vermek gerekirse:
"Bir de özel harekatçı aslanlarımızı kuş sütüyle
besleyelim. Yedikleri içtikleri helal. Biz istemiyoruz kardeşim
bize ne olsa yeter ekmek arasına peynir
bile olsa bize bol bol yeter. Ama özel harekat
öyle değil kışta kıyamette karda çok ağır eğitim alıyorlar. Çok iyi beslenmeleri gerekir.
Gani gani helal olsun. Okulların sayısını artıralım, imkanlarını genişletelim. Yüz binin üstünde aslanı bekliyoruz özel harekatçı. Mübarek
bir taifedir sağlam
delikanlılar hepsi. Bak diyorsam bir bildiğim var. Hepsi sağlam delikanlı
maşaAllah. Hepsi kabadayı, kabadayı olmaları en güzel vasıfları. Mümin
muttakiler en güzel vasıfları ve buna bağlı olarak da kabadayılar. Gerçek
kabadayı ama böyle hakiki kabadayı maşaAllah. 27 KASIM 2017 – A9 TV"
"ŞERİFKAN SÜLEYMANİYELİ: Van Polis Harekat, Polis
Özel Harekat timleriyle ve Diyarbakır Jandarma Özel Hareket timleri
Afrin'e gönderildi. Van Emniyet Müdürlüğü Özel Harekat Şube Müdürlüğü'nde
görevli 44 kişilik iki tim için uğurlama töreni düzenlendi. Özel Harekat Şube
Müdürlüğü'ndeki törende kurbanlar kesildi, dualar edildi.
ADNAN OKTAR: Aslanlara
Allah yardımcı olsun. Özel Harekatın sayısı artırılsın. Okullarının sayısı
artırılsın yıllardan beri söylüyorum, çok büyük bir ihtiyaç bu, çok önemli bir
konu. Gereği yapılsın. Okul sayısı, en az 200 bin Özel Harekatçı olsun en
az. Aslan gibi delikanlılarımız var çok iyi yetiştiriliyor. Özel Harekat hocaları
da bayağı değerli hocalar.
Çok güzel yetiştiriyorlar aslanları. Özel Harekat
Türkiye'nin kalbi, çok hayatidir. {22 Şubat 2018 A9
TV)"
"BÜLENT SEZGİN: İzmir şehidimiz Fethi Sekin İngiliz
basınında da kahraman ilan edildi Adnan Bey. İngiliz The Daily Mail Gazetesi,
internet sitesinde kahraman polisimiz Fethi Sekin'in fotoğraflarını paylaşarak,
Sekin'in teröristleri fark ederek gösterdiği mücadeleyi dakika dakika anlatan
bir haber yaptı.
ADNAN OKTAR: Fethi
kabadayının hası. Delikanlının hası, kabadayı böyle olur işte, delikanlı böyle
olur. Yani hayran
olduk. Elinden yüzünden de nur akıyor,
evlatları son derece müsterih
ve rahat olsunlar. Çok şerefli bir babaya sahipler. Sonsuza kadar yaşayacak bir insan var. Fethi, sonsuza kadar yaşayacak
bir insan. Sakın yanlış anlamasın çocuklar hani 1babamız aramızda
değil" gibi öyle bir şey yok. Hayatında hiçbir kesinti yok ve sonsuza
kadar yaşayacak bir insan. Ama bu sonsuza kadar yaşaması mükemmel bir yaşama
tarzında. Burada da kalırdı, belki bir on, yirmi, otuz, kırk sene daha yaşardı, giderdi
yine ahirete. Ama Cenab-ı Allah çok şerefli bir gidişle yanına götürdü.
Onun için bundan onur duysunlar, şeref
duysunlar çocukları. Sakın fütur vermesinler. Kalplerinde bir inşirah, bir
ferahlık olsun. 7 OCAK 2017 A9 TV"
"ADNAN OKTAR: Show TV'de "Kalp Atışı"
isimli doktor dizisinde özel harekatçı polisleri aciz gösteren bir program yapılmış.
Çok ayıp yapıyorlar. Bilinçaltı kurgulama
yaptıklarını düşünüyor olabilirler. Özel harekatçılar son derece aklı başında, yaman, uyanık, keskin akıllı, becerikli, vazifesini bihakkın yerine getiren aslanlardan oluşan bir topluluktur. Çok güzel eğitim alıyorlar çok da
başarılılar. Onları böyle acemi, başarısız, güçsüz, acz içinde göstermeye
kalkmak Show TV'ye yakışmadı. 11 EYLÜL 2017 A9TV"
Müvekkilin gerçek ve
samimi düşünceleri bu şekildedir. Nitekim tarih boyunca sergilediği
davranışları da hep bu samimi düşünceleri destekler nitelikte olmuştur. Örneğin 1999 yılında yapılan polis
operasyonunda da aynı adrese
ve beraberinde çok sayıda eve polis
baskınları yapılmış, o tarihte de silah sahibi kişiler bulunmasına rağmen kimse silahına davranmamış hiçbir olay
yaşanmamıştır. Ayrıca müvekkilin 1991 senesinde
emniyette yiyeceğine kokain
artık maddesi katılarak komploya
maruz kalmıştır. 1999 senesinde müvekkil
ve arkadaşları emniyette ağır
işkenceler maruz kalmışlardır. Yine devam eden senelerde bazı emniyet polisleri
tarafından çeşitli komplo
ve kumpasın mağduru
olmuşlardır. Ancak bunların
hiçbirisinde emniyet teşkilatımıza, polislerimize ve devlet yetkililerimize
olan gerçek bakışları ve saygılı davranışlarında hiçbir değişiklik olmamıştır.
Kendilerine komplo kurduğunu düşündükleri kişiler için ise yasal şikâyet
haklarını kullanarak haklarını hukuk nezdinde aramışlardır.
MERHUM PROF. DR. SAYIN CEVAT
BABUNA'NIN CENAZESİNDE YAŞANDIĞI İDDİA EDİLEN HADİSELER DOĞRU DEĞİLDİR. İDDİANAMEDE "SİLAHLI EYLEM"
OLARAK NİTELENMESİ MÜMKÜN DEĞİLDİR.
Merhum
Prof. Dr. sayın Cevat BABUNA'nın cenazesinde dosya sanıklarından bir kısmının güya silahlı olarak hazır
bulunduğu ve cenazedeki akrabalara rahatsızlık verdiği iddia edilmektedir. Bu iddia tamamen gerçek dışı olup bizzat
iddianın tarafı olan müştekilerce dahi yalanlanmaktadır. Sayın
Cevat Babuna'nın eşi olan müşteki
L. Semin Babuna ve torunu olan müşteki Emre Yaşar Ertüzün bu iddiaları
mahkemeniz huzurunda bizzat yalanlamışlardır.
Sayın Cevat Babuna'nın eşi müşteki L. Semin Babuna huzurdaki ifadesinde;
"HAYIR BEN SİLAH GÖRMEDİM BEN TEHDİDE UĞRAMADIM."
Müşteki Emre Yaşar Ertüzün'ün huzurdaki ifadesinde ise Sayın Mahkemeniz ile arasındaki şu şekilde soru-cevap
geçmiştir:
"Başkan: Bunların silahlı
olduğunu nerden biliyordun
EYE: hava sıcaktı ceketli
gelmişlerdi AO onları
silahlı gönderdi biliyordum
Başkan: Tehdit
şantajda bulundular mı orada?
EYE: Tehdit şöyle ...
Başkan: Soruma
cevap ver
EYE: Efendim amfiden
kaldırıldı cenaze olay çıkmadı
he yarım metre
dibimize gelip fotoğraflarımızı çektiler bizi tahrik ettiler
birşey demedim
dedeme hürmeten”
Görüldüğü üzere iddiaya konu olayın bizzat içerisinde bulunan
müşteki o gün olay çıkmadığını
söylemektedir. Üstelik cenazeye gelen kişilerin üzerinde silah olup
olmadığı hususunda net bir bilgiye sahip olmadığını, sadece sıcak havada
ceketle geldikleri için böyle
bir tahminde bulunduğunu söylemiştir. Halbuki o gün aynı cenaze
törenine ceketle katılan birçok insan daha bulunmaktadır. Bu tek başına
kişilerin üzerinde silah olup olmadığını gösteren bir durum değildir. Müşteki kendisine silah gösterilmediğini,
hiçbir tehdit veya şantaj olayının da yaşanmadığını açıkça ikrar etmiştir.
Kaldı ki iddianamede sanki delilmiş gibi yer verilen fotoğraflara bakıldığında silahlı olduğu anlaşılan hiç kimse görünmemektedir. O törende silahla işlenmiş bir suç da yoktur.
Ayrıca
yine olay günü orada bulunan etkin pişman sanık Av. Fatih Doğan'da hem mahkeme
ifadesinde hem etkin pişmanlık yasasından yararlanmak istediği ifadesinde,
hiçbir arbede yaşanmadığını, kendisinin böyle bir olaya şahit olmadığı tüm
samimiyetle beyan etmiştir.
Fatih Mehmet Doğan
30.07.2018 tarihli etkin pişmanlık ifadesi;
"Şu şartlar altında bir tane delilim var, sorgum
sırasında maddi manevi herşeyim üzerine yemin ettim, geriye sadece
2 çocuğum kaldı. Yani başka
da çarem kalmadı,
çok üzülüyorum ama 2 çocuğum
üzerine yemin ederim
ki ben o cenazede bir arbede görmedim,
BEN O
CENAZEDE BİR ARBEDEYE KATILMADIM.”
Fatih Mehmet Doğan 11.03.2020 tarihli
mahkeme ifadesi; "Dolayısıyla o cenazeye
silahla gitmedim. Ben HERHANGİ BİR İTİLME KAKILMA OLAYINA
RASTLAMADIM. Cenazeden bahsediyorum. Kendimde dahil olmadım."
Ayrıca cenaze törenine
TBMM Başkanı Sayın İsmail Kahraman ve merhum Sayın Cevat Babuna'nın yakınları,
aile dostları da katılmıştır. Birçok polis memurumuz ve özel harekat
polisimizde orada hazır bulunmuştur. Nitekim
Sayın İsmail Kahraman yakın korumaları eşliğinde orada bulunmuştur. Yani
aşağıdaki fotoğraflardan da anlaşılacağı üzere oldukça kalabalık ve yoğun
güvenlik önlemleri alınmış olan bir ortamda herhangi bir silahlı eylem yapılamayacağı
açıktır. İddialara konu cenaze töreninin Sayın Mahkemenizin gözünde daha
iyi canlanabilmesi bakımından o güne ait birkaç fotoğrafı paylaşmamızın faydalı
olacağı kanaatindeyiz.
Görüldüğü üzere
Savcılık, olay anına ait görgüye
ve bilgiye dayalı
tanıklıkları bulunan müşteki
ve etkin pişman sanıkların beyanlarını göz ardı ederek tamamen hayali ve soyut
anlatımların peşinden giderek söz konusu cenaze töreninde yaşandığı iddia
edilen olaylar üzerinden bir takım suç isnatlarında bulunmuştur. Bu tutum hem
hukuken hatalı hem de vicdanen iyi niyetli değildir. Tüm bu nedenlerden ötürü
iddianamede sözde örgütün silahlı bir eylemiymiş gibi gösterilmeye çalışılan bu
iddialara itibar edilmemesi gerektiği kanaatindeyiz.
KORKUTUCULUK UNSURU YOKTUR.
Suç
örgütünün bir diğer unsuru
korkutuculuk olup bu unsurun hem örgüt içinde hem de örgüt dışında etki eder
bir niteliğinin olması şarttır. Yani örgütün bu özelliğinden çekinilmeli ve
örgüt bu özelliğini kullanmak suretiyle suç işleyip neticeye ulaşılabilmelidir.
Korkutuculuk unsuru,
hiyerarşik ve komplike yapılanma içinde bulunan örgütten ayrılamama ve örgütün
istediği şekilde hareket etme zorunluluğunu gerekli kılar. İddianamede ise suç örgütü olarak ifade edilen bu topluluğun korkutucu
etkisi ortaya konulamamıştır. Yalnızca
cinsel suçlar açısından birkaç müştekinin hayali
iddialarını kendilerince makul bir
zemine oturtabilmek adına, korktuğum için örgütten ayrılamadım gibi soyut, çelişkili
ifadelerine yer verilirken dosya kapsamında müşteki olduğunu belirten birçok kişinin de elini kolunu sallayarak
ayrıldığı ve dahi kimsenin kendisini rahatsız etmediğine dair onlarca ifade göz
ardı edilmiştir.
Korkutuculuk
unsuru yönünden aranması gereken,
örgütün mevcut gücünün etkisi ile suç işleme kabiliyetidir. Aksine
cinsel suçun mağduru olduğunu iddia eden
kişiler beyanlarında korku ile değil; evlenme amacıyla ya da kişiyi beğendiği için güzel
zaman geçirmek için cinsel birliktelik yaşadıklarından bahsetmektedir. Kaldı
ki
arkadaş grubundan
ayrıldığını iddia eden pek çok kişi
bir anda, baskı ve zorlama olmadan ayrıldığını ifade etmiştir. Aynı şekilde 90'lı yıllarda dini görüş ayrılıkları sebebiyle onlarca
kişinin bu gruptan ayrıldığı iddia makamı tarafından iddia edilmiştir
Yine
iddianame kapsamında sevk maddesi olarak gösterilen diğer suçların hiçbirinde
işlendiği iddia edilen suçların
örgüt olduğu iddia edilen grubun korkutucu etkisi ile işlendiği
yönünde bir açıklamaya dahi yer verilmemiştir.
Diğer
yandan müvekkil ve arkadaşlarının
toplum nezdinde hiçbir korkutucu etkisinin olmadığı da herkesin
malumudur. Bilakis bu camia toplumun bir kesimince
sempati ile karşılanırken başka bir kesimi tarafından ise ideolojik/felsefi
birtakım gerekçelerle eleştirilmektedir. Buna
karşın mevcut oluşumun toplumda korkutucu hiçbir yanı bulunmamaktadır.
Nitekim yargılama sırasında müdahil vekillerinin soru
sorma adı altında son derece onur kırıcı
ve hakaretamiz ifadelerine karşı dahi
sanıklar nezaketlerini dahi bozmamıştır.
Aynı şekilde uzun süre bu arkadaş
grubu içerinde yer almış olan
müştekiler bu arkadaş grubunun silahlı
bir suç örgütü olmadığını çok iyi bildikleri için yıllardır sosyal medya
yoluyla yahut telefon, posta vs. diğer yöntemlerle sanıklara tehdit ve hakaret
içerikli mesajlar göndermeye çekinmemiştir. Bu
belirtilen hususlar da bu arkadaş grubunda bir silahlı suç örgütünde bulunması
gereken korkutuculuk unsurunun olmadığını göstermektedir.
Oysa
müvekkil ve arkadaşları cana yakın, esprili, sevimli, insancıl kişilerdir.
Müvekkilin arkadaşlarıyla canlı
yayınlarda nasıl şakalaştığı, espriler yapıp hep birlikte
kahkahalarla güldükleri ortadadır. Müvekkil Adnan Oktar'ın arkadaşları canlı
yayınlarda ilgi çekici ve komik olmak için çok sayıda eski Türk filmi canlandırmasında rol almışlar, bu
filmler A9 TV'de canlı yayınlarda defalarca gösterilmiş, ayrıca internete de
yüklenerek Youtube gibi platformlarda binlerce kere paylaşılmıştır.
Sözde suç örgütünün güya
en üst düzeyde yöneticisi olduğu iddia edilen kişileri bu rollerde
seyredenlerin, onların "caydırıcılığı" hakkında ne düşünecekleri
aşikardır.
Benzer
başka bir uygulama, yine canlı yayınlarda zaman zaman yapılan eğlenceli
fotoğraflarla devam ettirilmiştir. Huzurdaki davanın sanıklarının o dönemki eğlenceli fotoğrafları ekrana getirilirken
müvekkil Adnan Oktar da bu fotoğraflara esprili yorumlar yapmış ve hep birlikte
gülünüp eğlenilmiştir.
Hem müvekkil hem de
arkadaşları yine canlı yayınlarda rock'n roll müzik veya Ankara Havaları
eşliğinde hararetli dans performansları sergilemişler, kendisine "korkutucu, caydırıcı" bir görünüm vermek isteyecek
kişilerin hiçbir şekilde yanaşmayacağı eğlenceli figürleri samimi bir şekilde
icra etmekten çekinmemişlerdir.
Zaman
zaman kareoke uygulaması bile yapılmış, yine canlı yayın sırasında mikrofonu
alan kişiler şarkılar söylemiştir.
Müvekkil
Adnan Oktar da tüm bu performanslara hep esprileriyle katılmış, zaman zaman da
kelime benzerliklerinden çıkarak yaptığı esprilerle hem bulundukları ortama hem
de izleyen kişilere eğlenceli anlar yaşatmışlardır.
Tüm
bunlar kamuoyunun gözü önünde olmuştur. Müvekkil ve arkadaşları kamera
arkasında nasıllarsa önünde de aynıdırlar. Aynı eğlence, sohbet, muhabbet
ortamı her zaman devam etmektedir. Hiçbir zaman yapmacık olmak, olduğundan daha
farklı görünmek gibi amaçları ve niyetleri olmamıştır.
Burada
şahit olunan atmosfer bize çok açık bir gerçeği göstermektedir: Müvekkil ve
arkadaşlarının "suç örgütü" gibi bir oluşum meydana getirme niyetleri
bulunmamaktadır. Bu kişiler
birbirlerini çok seven,
çok iyi anlaşan ve birbirlerini uzun yıllardır tanıyan bir arkadaş grubudur.
Bir arada bulunma
amaçları ise bir sivil toplum örgütü faaliyetleri çerçevesinde
şekillenmektedir.
HUKUK GRUBU İSNATLARI
DOĞRU DEĞİLDİR.
İddianamenin
159. sayfasında sözde bir hukuk grubunun varlığından bahsedilmiş ve bu grupla ilgili
bir takım gerçek
dışı ve iyi niyetten uzak isnatlarda bulunulmuştur. İddianamede bu grubun içerisinde, Mehmet Noyan Orcan, Halil Hilmi Müftüoğlu, Ali Emre Bukağılı, Kartal İş, Mehmet
Orhan Mazıcı, Fatih Kılıç, Mustafa Işık, Korkut Yasa'nın isimleri sayılmıştır. Bu grubun güya örgütün amaç ve faaliyetleri
doğrultusunda özellikle
adliyede etkin olarak çalışmalar yaptığı, örgüt kurucusu- yöneticisi ve üyeleri
hakkında açılmış herhangi bir dava olup olmadığının haftalık olarak
sorgulandığı, ailelerden kalan miras davalarına müdahil olunması için
çalışmalar yapıldığı, hakaret
eden kişiler aleyhinde ceza ve tazminat
davaları açıldığı, emniyet ve
adliyelerde ifade vermeleri gerektiği zaman ne şekilde ifade vermeleri
gerektiğini belirledikleri iddia edilmiştir. (İddianame sy 160-161}
Ancak öncelikle ve özellikle söylemeliyiz ki, iddia makamının
bu iddialarının bir anlık
akıl tutulması sonucu oluştuğu kanısındayız. Burada bir suçmuş gibi yazılan ve bu kişilere atfedilenlerin hiçbirisi
suç değildir. Eğer ki bunları suç olarak kabul edeceksek ülkemizdeki tüm
avukatlar ve hukuk bürosu çalışanları her gün mükerreren suçlar işlemektedir.
Çünkü her avukat ve büro çalışanı müvekkilleri hakkında düzenli olarak savcılık
ve mahkemelerde dosya kontrolleri yapar, hukuki haklarını (ceza-hukuk-miras vb}
mahkemeler nezdinde arar bunlar için dilekçeler verir, adliyelerde takipler
yapar, müvekkilleriyle görüşür vs şeklinde sıralayabiliriz. Bunların hiçbirisi
suç olmayıp doğal hayatın birer zorunluluğudur.
Müvekkil ve arkadaşları yaklaşık 40 yıldır birçok hukuki
davanın tarafı olmuşlardır. Kimi zaman
müşteki/davacı, kimi zaman
ise davalı/sanık konumunda olmuşlardır. Bu süreç içerisinde
tabi ki hukuku da, kanunları da, mevcut uygulamaları da kısmen öğrenmişlerdir. Tabiri caizse alaylı olmuşlardır. Tüm bu uzun süreç boyunca hiçbir zaman hukukun dışına çıkmamışlardır,
kanunların dışında olan tek bir eyleme dahi tevessül etmemişlerdir. Tehdit
eden, hakaretler eden, şantajlar yapan, işkenceler ve komplolarda bulunan vs
herkese karşı kanuna ve hukuka başvurmuşlardır. Başka bir yol hiçbir zaman
akıllarında bile geçmemiştir.
İddianamede
sözde hukuk grubu içerisinde isimleri sayılan kişilerden Fatih Kılıç 2009 yılından
bu yana SGK'lı
olarak hukuk bürosunda çalışmış, adliyelerde işler
takip eden ve dolayısıyla da adliyelere gidip gelen, hukuk bürosuna
girip çıkan ve haliyle avukatları da tanıyan
birisidir. Mustafa Işık da yine aynı şekilde
belli bir dönem
hukuk
bürosunda çalışmıştır. Diğer kişiler ise uzun yıllardır birçok hukuki davanın ve olayın bizzat tarafı olmuş kişilerdir.
Halil Hilmi Müftüoğlu 1999 operasyonunda gözaltına alınmış, işkence görmüş,
sonrasında cezaevine gönderilmiş ve devam eden yıllarda da sayısız davalara
taraf olmuştur. Aynı şekilde Kartal İş ve Korkut Yasa da işkence davasında
taraf olmuş sonraki yıllarda FETÖ'cü emniyet memurları tarafından mağdur
edildikleri için şikayetlerde bulunmuşlardır. Ali Emre Bukağılı'nın da bizzat
müşteki olduğu birçok ceza davası bulunmaktadır. Mehmet Noyan
Orcan ise marka patent vekilliği ve danışmanlığı yapan
aynı zamanda Türk Patenti Enstitüsü
nezdinde işler takip eden ve haliyle
hukukla iç içe olan bir kişidir. Benzer
durumlar diğer kişiler için de geçerlidir. Bu durumlar
husumetli müştekiler tarafından da çok iyi bilindiği için gerçekler
çarpıtılarak müvekkil ve arkadaşları zararlandırılmak istenmektedir.
İddianamenin 16. sayfasında Fatih
Kılıç ile Av. Tuğba Bal arasında geçen
bir telefon konuşması güya
hukuk grubunun istihbarat üretme gücüne örnek teşkil ettiği şeklinde iddia
edilmiştir. Halbuki deyim yerindeyse
bu kadar havalı cümlelerle pazarlamaya çalışılan bu telefon konuşmalarının
içerikleri basit ve sıradan dosya takibinden başkası değildir. Av. Tuğba Bal,
hukuk bürosunda çalışan Fatih Kılıç'a vekaleti bulunduğu bazı dosyalar hakkında
sorular sormaktadır. Bu dosyaların biri huzurdaki davanın soruşturma dosyasıdır. Dosya gizli olarak
yürütüldüğünden dolayı sadece "savcılık sorgu" bölümünden dosya numarasıyla "açık" veya "kapalı" şeklinde yüzeysel bir sorgu yapılmaktadır.
Nitekim bu sorgunun bir istihbarat üretme gücü olmadığı çok açıktır ki dosyanın
içeriğinden hiç kimsenin yıllar boyunca haberi olmamıştır.
Diğer
telefon konuşmasında ise Av. Tuğba Bal ile Fatih Kılıç, İstanbul ve
Büyükçekmece adliyeleri arasında yetki uyuşmazlığı olup nihayetinde ağır ceza
mahkemesi kararıyla İstanbul adliyesine gönderilen bir dosya hakkında
konuşmaktadırlar. Bu konuşma, eğer dosya İstanbul adliyesine ulaştıysa vekalet
sunup bir suretinin alınması için yapılmıştır. Yani basit, sıradan
ve her gün binlercesi
yapılan bir dosya takip işlemidir.
İddianamenin
164. Sayfasında Mehmet Noyan Orcan'a ait olduğu iddia edilen bir flash
bellekteki bir doküman üzerinde güya operasyon kapsamında alınacak ifadelere
karşı hazırlık yapıldığı iddia edilmiştir. Öncelikle söz konusu dijital
materyalin el konma usullerinin CMK m.134'e aykırı olduğunu ve bu nedenle de
hukuken bir delil değeri taşımadığını hatırlatmakta fayda görüyoruz.
Nitekim
M. Noyan Orcan'da mahkemeniz huzurunda verdiği ifadesinde, bu flash diskin kendisine ait olmadığını Avukat
Ayfer Bayer'e ait olduğunu, flash
disk ve dosya yollarına bakıldığında bunun
anlaşılabileceğini söylemiştir.
Kaldı ki sanki bir suçmuş gibi gösterilmek istenen bu dokümanın içeriğinin de
bir suç olmadığını, Tuğba Özkan'ın kendi şahsi bir davası hakkında avukatı
ile arasındaki bir çalışmadan ibaret olduğunu söylemiştir. Özetle ortada suç unsuru içeren
hiçbir husus yoktur.
İddia makamı iddianamenin 167. Sayfasında,
"Davaların gidişatının örgüt aleyhine olan durumlarda "reddi
hakim" talepleri sıklıkla başvurulan bir yöntem olarak kullanılmış" diyerek
hukuki bir hak arayışını sanki hukuksuz bir durummuş gibi göstermeye çalışmıştır. Ancak bu çaba da tıpkı diğerleri gibi beyhude ve iyi niyetten uzak bir çabadır.
Öncelikle bu iddia
tamamıyla gerçek dışı olup aynı zamanda hukuki gerçeklerden de çok uzaktır. Bilindiği üzere CMK m.31'de, "Mahkeme, kovuşturma evresinde ileri sürülen hakimin reddi istemini aşağıdaki durumlarda geri çevirir: a) Ret
istemi süresinde yapılmamışsa. b) Ret sebebi ve delili gösterilmemişse. c) Ret isteminin duruşmayı uzatmak amacı ile
yapıldığı açıkça anlaşılıyorsa” denmektedir.
Bu karara yapılan itiraz da mahkemeyi durdurmamaktadır.
Yani
mahkeme eğer ret sebebini davayı uzatmaya matuf görürse CMK m.31 uyarınca talebin
geri çevrilmesine karar vererek yargılamaya devam edebilmektedir.
Bu nedenle de bir ret sebebine dayanarak davaların yıllar boyunca sürüncemede
bırakılması gibi bir durum mevzu bahis değildir.
Müvekkil
ve arkadaşları bazı davalarda reddi hakim taleplerinde bulunmuş, bu taleplerin
bir kısmı kabul edilmiş bir kısmı ise ret edilmiş veya geri çevrilmiş ve
yargılamalar devam etmiştir. Örneğin, İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesinde
2013/260 esas numarasıyla devam eden yargılamaya bakan mahkeme heyeti talep
üzerine çekilme kararı almış ve nihayetinde İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi
16.10.2015 tarih 2015/745
D.iş sayılı kararıyla
talebi onamış ve karar kesinleşmiştir. Bir başka örnekte ise
İstanbul Anadolu 4. Sulh Hukuk Mahkemesi 15.01.2018 tarih 2018/1 D.iş sayılı
kararıyla müvekkilin bir arkadaşının yargılandığı davada yaptığı reddi hakim
talebini kabul etmiştir.
Görüldüğü
üzere iddia olunanın aksine yapılan ret talepleri haklı ve yerinde gerekçelere dayanmaktadır. Kaldı ki bu reddi hakim
taleplerin kabul edilmediği veya geri çevrilip devam edildiği yargılamalarda olmuştur. Ancak bunların hiçbirisi, hiçbir davayı sürüncemede bırakmamıştır ki böyle bir durum
hukuken de mümkün değildir. Ancak bu basit ve sıradan bir hak arayışı dahi
husumetli müştekilerce çarpıtılmış ve iddia makamı da bu soyut iddiaları sanki
hukuki gerçeklermiş gibi iddianamesine taşımıştır.
İddianamenin
171. sayfasında doğruluğu dahi tartışma konusu olan bir takım açık kaynak
araştırmalarına dayanılarak sözde hukuk grubunun bazı hakimler hakkında
karalama faaliyetleri yaptıkları ileri sürülmektedir. Öncelikle bir ağır ceza
mahkemesine tevdi edilen bir iddianamenin ciddi, ayakları sağlam şekilde yere
basan, somut delillere dayanması beklenirken ne idüğü belirsiz bir takım yanlı
ve gerçek dışı magazin haberlerinin dayanak yapılması ne hukuken ne vicdanen
kabul edilebilir bir durum değildir. Bu haberler içeriklerini kesinlikle kabul
etmiyoruz.
Müvekkil
ve arkadaşları bugüne kadar hiçbir hakim veya savcımız hakkında karalama
faaliyeti yapmamıştır. Nitekim hukuku en iyi bilen insanlar olan hakim ve
savcılarımız gerçekte böyle
bir durum olsaydı
kanunlar nezdinde haklarını aralardı ve ilgili kişiler
gereken cezaları alırdı.
Ancak ne müvekkil
ne de herhangi bir arkadaşının
bugüne kadar bu yönde
almış olduğu bir mahkumiyet cezası bulunmamaktadır. Sadece bu durum bile
iddiaların asılsız ve mesnetsiz olduğunun en somut göstergesidir.
Söz konusu
açık kaynak haberlerine konu olay ise müvekkil ve arkadaşlarının örgüt suçlamasıyla yargılanıp
aklandıkları İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesinde bir dönem görev yapmış hakimler
hakkındadır. Adı geçen hakimler söz konusu dava kapsamında bazı hukuksuz
işlemler yapmışlar ve bu nedenle de haklarında (eski adıyla} HSYK'ya şikayette
bulunulmuştur. Bu şikayet neticesinde HSYK Üçüncü Dairesi
B.03.1.HSK.0.70.12.01.101-01-34-5396-2011 dosya numarası üzerinden yaptığı
inceleme neticesinde "kısmen
inceleme izni" vererek yapılan talebin haklılığını ispatlamıştır.
Ancak
açık kaynaklarda gösterilen haberlerde bu husustan hiç bahsedilmemektedir.
Çünkü yapılan haberlerin tamamı yanlı ve gerçek dışıdır. Adı geçen hakimler
hakkında kısmen inceleme izni verilmesine neden olan hukuksuzlukları kısaca şu
şekilde özetleyebiliriz:
- Yargıtay C.B.Savcılığı dava dosyasını
2 ayrı kez istemiş olmasına
rağmen mahkeme dosyayı göndermemiş ve her türlü itiraza rağmen hukuka aykırı şekilde
1.5
sene boyunca
yargılamaya devam etmiş ve sonucunda
mahkumiyet kararı vermiştir.
-
Davada bazı sanıkların savunmaları alınmadan hüküm kurulmuştur.
-
Bazı sanıklarında
bozmaya karşı beyanları alınmadan
uyma kararı verilmiş ve hüküm
kurulmuştur.
Özetle
mahkeme heyeti Yargıtay C.B.Savcılığında 2 ayrı tarihte gelen müzekkereyi deyim
yerindeyse sümen altı ederek dosyayı göndermemiş ve birçok hukuksuzluk işlem
yaparak alelacele şekilde mahkumiyet hükmü kurmuştur. Bu nedenle de davanın
bazı sanıkları hakimler hakkında şikayette bulunmuştur. Ancak tüm bu hukuka uygun süreç gazete manşetlerine gerçeğinden çok farklı şekilde
yansıtılmıştır. İddia makamı da bu
gazete kupürlerini sanki hukuki delillermiş gibi iddianamesine taşımıştır.
İddianamenin dayanaksız şekilde ortaya koyduğu
iddialardan birisi de, sözde hukuk grubunun kişileri yalancı şahitlik
veya suç uydurma gibi eylemlere yönelttiği şeklindedir. Bu konuda kendisi de
avukat olan ve yıllarca sanıklara ait hukuk bürosunda avukat olarak çalışmış
olan etkin pişman sanık Fatih Mehmet Doğan'a SEGBİS ifadesi esnasında savcılık
tarafından bir soru yöneltilmiştir. Kendisine yalancı şahitlik, suç uydurma konularında bilgisi olup olmadığı
sorulmuş, kendisi böyle bir faaliyetten hiç bilgisi olmadığını ve bu tarz
şeylere şahit olmadığını beyan etmesine rağmen
tutanağa, "örgütün hukuk ekibi tarafından hazırlanan şikayet metinlerinde
suç uydurma, bu suç için delil üretmek, örgüt mensuplarını yalancı şahit olarak
kullanmak suretiyle adli makamlara suç duyurusunda bulunmak, masum insanlara
kumpaslarla maddi manevi eziyet edilmek şeklinde faaliyetler yürütülmesine
tanık oldum” ifadesi geçmiştir. Bir
şahsın söylemediği sözleri tutanağa söylemiş gibi geçirilmesindeki dev
hukuksuzluk, iddianamenin dayanıksızlığının da ispatıdır. İddianame baştan
sona bu tip gerçek dışı beyanlar, çarpıtmalar, şahsi yorumlar, husumet ve
nefret içeren kanaatler üzerine inşa edilmiştir. Bahsettiğimiz bu husus Fatih
Mehmet Doğan'ın dosyada mübrez görüntülü ifade kaydına bakıldığında görülecektir.
İddianamede her ne kadar
güya iftiralarla davalar
açıldığı iddia edilmiş
ise de, yargı makamları iddialara konu başvuruları
haklı görmüş ve yargılamalarını yapmışlar ancak bu yönde tespitte
bulunmamışlardır.
İddianamede yer alan yargılananlar hakkındaki, güya
tazminat davaları açarak hukuksuz gelir elde ettikleri bu geliri örgütsel
faaliyetlerde kullandıkları ithamı
ise Türkiye'de ceza hukukunun
duayenlerinden Ahmet Gökçen Hocanın da ifade ettiği gibi, "BU ÜLKEDE BÖYLE
İTHAMLAR ÜZERİNE İDDİANAME OLUŞTURULMASI HUKUK AÇISINDAN İÇLER ACISI BİR
DURUMDUR"
Tazminat
davaları konusuna gelince; Ağır hakaret içeren paylaşımları yapan kişiler
muhatapları tarafından önce uyarılmış, hakaretler ısrarlı şekilde devam ederse
tamamen hukuka uygun şekilde bazı davalar açılmıştır. Ancak bu davalar
iddianamede abartıldığı kadar çok sayıda değildir. Ayrıca iddianamede bu
davaların güya gelir kapısı oldukları iddia edilmiştir. Ancak bu iddia da tıpkı
diğerleri gibi hem somut gerçeklerden hem de hukuki gerçeklerden çok uzaktır.
Soruşturma kapsamında tüm sanıkların ve dahi
avukatlarının banka hesapları incelenmiş ve hesaplara el konulmuştur. Eğer
ortada gelir kapısı yapılacak derecede bir hesap hareketi olsaydı MASAK
raporunda bunların tüm detaylarıyla belgelenmesi gerekirdi. Çünkü malum olduğu üzere dava sonucu icra marifetiyle
alınan ödemeler icra dairesinden doğrudan banka hesabına gönderilmektedir. Aynı
şekilde hazine tarafından yapılan ödemelerde banka hesabına yapılmaktadır.
Savcılığın bu hukuki gerçeği bilmiyor olduğunu düşünmek dahi istemiyoruz. Ancak
tüm bu gerçeklere rağmen hangi saiklerle böylesi
bir iddiayı iddianamesine taşıdığını da merak etmekteyiz.
Kaldı
ki Adnan Oktar canlı yayınlarda defalarca kendisinden özür dileyen kişileri
affettiğini de dile getirmiştir. Dolayısıyla açılan bu davaların
hukuk grubu tarafından finans kaynağı olarak
kullanıldığı iddiasının hiçbir geçerliliği yoktur.
İddianamede
özellikle "yurtiçi/yurtdışı ticaret alanında etkinlik göstererek örgüte
finans sağlamak adına ticaret faaliyetleri yapılırken karşılaşılan problemlerin
çözülmesi ve usulsüz olarak yapılan iş ve işlemlerin yasal hale getirilmiş gibi
gösterilmesi için Hukuk Grubu tarafından çalışmalar yürütüldüğü, özellikle
gerçekleştirilen dolandırıcılık faaliyetlerinin, ceza mahkemelerinde görülüp
müeyyideyle karşılaşılmasının önüne geçilerek, Hukuk ve Ticaret Mahkemelerinde
görülmesinin amaçlandığı" yönünde ifadeler bulunmaktadır.
İddianamede
yer alan hemen hemen her isnat konusunda olduğu gibi bu konuda da sadece
müşteki ve etkin pişman ifadeleri bulunmaktadır, bu iddiaların gerçek
olduğuna dair hiçbir somut delil ortaya konmamıştır. MASAK raporlarında şirket faaliyetlerinde hiçbir usulsüzlük
tespit edilmemiştir.
Dolayısıyla sözde
usulsüzlüklerin yasal hale getirilmesi gibi bir durum
da söz konusu değildir. Kaldı ki MASAK Raporu'nda herhangi bir şirketin
bir vergi borcu olduğu veya işlemlerinde şüpheli görülen bir
durum olduğu gibi bir detay belirtilseydi dahi, bu konunun bir "hukuk
grubu" ile alakası somut delillerle ispatlanmış değildir.
Son olarak
yine iddianamede ve husumetli
müştekilerin ifadelerinde geçen gerçek
dışı ve iyi niyetten uzak "132 numaralı oda" hakkındaki iddialardan
bahsetmek istiyoruz. Kandilli adresinde yer aldığı ve sözde hukuk
ekibine ait olduğu
ileri sürülen böyle bir oda
gerçekte yoktur. Nitekim polis operasyonu kapsamında düzenlenen tutanaklarda
böyle bir odanın varlığından bahsedilmemiştir. Ancak bahse konu yer aslında mutfaktır. Ancak mutfağa ait dahili
numara kasıtlı olarak çarpıtılarak güya hukuk ekibinin faaliyet gösterdiği bir
oda varmış gibi algı oluşturulmak istenmiştir. Bu iddiaların tamamını
reddediyoruz.
GÜYA ÖRGÜT İÇİ EVLİLİKLER YAPILDIĞI
İDDİASI DOĞRU DEĞİLDİR.
Husumetli
müştekilerin ifadeleri aracılığıyla çarpıttıkları konulardan biri de müvekkil
ve arkadaşlarının evlilik anlayışlarıdır. Dosyada müvekkilin arkadaşlarının
evlilikleri husumetli katılanların ve onların tehditleriyle ifade vermek
zorunda kalan kişilerin çarpıtmaları doğrultusunda örgütsel saikle yapılmış sahte
evlilikler gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Bu yöndeki art niyetli çaba ne yazık
ki Savcılık üzerinde
de etkili olmuştur. İddianamede hiçbir geçerli gerekçeye
dayandırılmamasına rağmen müvekkilin arkadaşlarının evlilikleri "kağıt
üzerinde evlilik" olarak tanımlanmış ve güya aile kavramının içini
boşaltmaya yönelik eylemler olarak gösterilmiştir.
Savcılığın şüphelilerin evlilikleri hakkında söz konusu
hatalı değerlendirmede bulunmasına yol açan ana faktörlerden ilki kendi dünya
görüşünü merkez alması ve genelde karşılaştığı standart aile tipini "tek doğru" kabul etmesidir. Halbuki
sadece Türkiye'de bile sosyal, kültürel,
ekonomik, coğrafi, dini, mezhepsel, inançsal, vb. farklılıklardan kaynaklanan
çok sayıda farklı kesim bulunmaktadır. Doğal olarak da her farklı kesime mensup insanın kendine özgü farklı bir dünya görüşü,
yaşam biçimi, dolayısıyla da benimsediği ve doğru gördüğü
farklı bir aile anlayışı ve yapısı
vardır. Dolayısıyla iddianamede kastedilen ve güya sanıklarca bozulması hedeflenen "Türk aile yapısı"nın hangisi olduğu belirsizdir. Ancak iddianamede evli çiftlerin aynı evde yaşamaları gerektiğine çok vurgu
yapılmasından hareketle, Savcılığın Türk aile yapısının en belirgin özelliği
olarak "birlikte yaşama"yı gördüğünü söyleyebiliriz.
Halbuki eşlerin
ekonomik, sosyal, ticari,
vb. sebepler ya da zorunluluklar yüzünden zaman zaman ayrı kalmaları son derece doğal ve sık
rastlanan bir durumdur. Kimse bunun eşlerin birlikte yaşaması ilkesine aykırı
olduğunu iddia edemez. Örneğin eşi uzun yol otobüs şöförü olan bir kadının,
kocasından günlerce ayrı kalması ya da eşi tır şöförü olan bir kadının
kocasından belki haftalarca ayrı kalması son derece doğaldır. Eşi denizci olan
bir bayan içinse bu ayrılık süresi kimi zaman ayları bulmaktadır.
Benzer şekilde,
işi gereği sık sık yurt dışına seyahat
eden ve orada belli süreler
kalan işadamları da eşlerinden ayrı kalmaktadır. Hepsinden ötesi,
kendisi yurt dışında çalışmak eşi de Türkiye'de kalmak zorunda olan birçok
vatandaşımız eşini senede belki birkaç kere ve toplamda çok kısa sürelerle
görebilmektedir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
İş ya
da ekonomik nedenler dışında, yine karşılıklı rıza dahilinde, eşlerin zaman
zaman annesi, babası, halası, teyzesi, amcası gibi akrabalarını ziyaret
etmeleri onlarda kalmaları, kimi zaman memleketlerine gitmeleri, orada kalmaları gibi sosyal
nedenlerden dolayı geçici olarak ayrı kalmaları kimsenin yadırgamadığı doğal durumlardır.
Dolayısıyla, bunlar ve benzeri çeşitli nedenlerden ötürü, ortak karar ve karşılıklı rıza
çerçevesinde fiziki
ayrılık yaşamak zorunda
kalan çiftleri birlikte
yaşamamakla, sahte evlilik
sürdürmekle, ya da birbirlerine karşı yükümlülüklerini yerine getirmemekle
itham etmenin ne derece yersiz, anlamsız ve haksız bir itham olduğu açıktır.
Nitekim
evli sanıklar arasında da bu tür durumlar ya da zorunluluklar nedeniyle zaman
zaman ayrı kalanlar olmuş olabilir. Ancak, buna dair herhangi bir şikayet ya da
hoşnutsuzluklarına kimsenin şahit olmaması, ortak kararları ve karşılıklı
rızaları doğrultusunda evliliklerine yön verdiklerinin ve ortada
birlikteliklerine ve birlikte yaşamalarına aykırı hiçbir durum olmadığının en
açık göstergesidir.
Bununla birlikte
Türk Medeni Kanunu'nun hiçbir yerinde "Türk aile yapısı" diye bir ifade ya da tanım yoktur. Bu tanım iddianamede yer alan,
evlilikler konusundaki
asılsız ve dayanaksız ithamlara sözde hukuki bir dayanak gibi gösterilmek
amacıyla türetilmiştir. Gerçekte ise hukuki hiçbir
belirleyiciliği olmayan, soyut ve
sübjektif bir kavramdır. TMK'da,
"Türk aile yapısı"nda olduğu gibi, "aile" kavramı da
zamana, şartlara, bölgeye, ülkeye, vs.ye
göre sıkça değişken bir kavram" olduğu
için tanımlanmamıştır. Bu gerçeği
ortaya koyan bir kaynakta şu ifadeler vardır:
AİLE KAVRAMI TÜRK MEDENİ KANUNUNDA
TANIMLANMAMIŞTIR, çünkü kanun
koyucu aileyi sosyal bir gerçeklik olarak bulmuş ve onu kabullenmiştir.
Günümüzün toplum düzeninde böylesine önemli yer tutan AİLENİN MUHTEVASININ VE
ŞÜMULÜNÜN {İÇERİK VE KAPSAM) KANUN HÜKÜMLERİYLE TANIMLANMASI ZATEN
İMKANSIZDIR... {ÖZTAN Bilge, Aile Hukuku, 5. Baskı, Turhan Kitabevi, Ankara, 2004, Sahife 2 vd.)
Bu nedenlerle dosyadan müvekkil ve arkadaşlarının nasıl
bir evlilik anlayışına sahip olduklarını ortaya koymamız gerektiği aşikardır. Bu
anlayış ortaya koyulduğu takdirde müvekkilin arkadaşlarının evliliklerinde
hukuka aykırı hiçbir durum olmadığı, sadece geleneksel evliliklerden
"farklı" evlilik hayatı sürdürdükleri ancak bu farklılığın da sözde
suç örgütü ideolojisinin bir yansıması olarak değerlendirilmesinin son derece
yanlış olacağı anlaşılacaktır.
Müvekkil ve arkadaşları evliliği
sadece Allah'ın rızasını
kazanmak için bir araç olarak görmekte, esas olarak dünyadaki birliktelik için değil
ahiretteki sonsuz birliktelik için yapmakta, hayatlarını
evliliklerine göre değil evliliklerini hayatlarına göre şekillendirdiklerini
beyan etmişlerdir. Bu beyanlarına göre;
·
Müvekkil Adnan Oktar bugüne kadar hiçbir arkadaşına
evlenmesi veya boşanması yönünde talimat vermemiştir. Müvekkilin arkadaşları sadece kendi özgür iradeleri
doğrultusunda evlenmiş veya boşanmışlardır.
·
Müvekkil Adnan Oktar suç örgütü lideri olmadığı için
bugüne kadar hiçbir arkadaşına sözde örgüt ideolojisi doğrultusunda evliliğin
nasıl olması gerektiği yönünde tarifte bulunmamıştır. Müvekkilin arkadaşları kendi dünya görüşleri
doğrultusunda evliliklerini şekillendirmektedirler.
·
Müvekkil Adnan Oktar bugüne kadar
hiçbir arkadaşına çocuk yapması veya yapmaması yönünde bir talimat
vermemiştir. Müvekkilin evlenen
arkadaşları bu konuda özgür iradeleriyle karar almışlardır. Müvekkilin arkadaşları arasındaki
evliliklerde özellikle 21. yüzyıla girilmesiyle birlikte çocuk yapılmamasının
ana nedeni, tüm dünyayı saran dinsizlik akımlarıyla mücadeleye daha fazla vakit
ayırmalarını gerektiren ortak dünya görüşleridir.
·
Müvekkil ve arkadaşları Kuran-ı Kerim'den anladıklarına
göre bir evlilik anlayışı benimsemişlerdir. Kuran-ı Kerim'deki De ki: 'Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim,
dirimim ve ölümüm
alemlerin Rabbi olan Allah'ındır.'{En'am Suresi,
162. ayet) ayetini evlilik için de yol gösterici edindiklerini, bu
doğrultuda evliliklerini de Allah'a adadıklarını belirtmektedirler. Nasıl samimi bir Müslüman namaz kılarken
Allah'ın rızasını kazanmak dışında bir beklenti içine girmiyorsa, müvekkil ve
arkadaşlarının da evliliklerden hiçbir beklentileri yoktur. Evliliklerini çocuk yapma,
cinsellik yaşama, ev sahibi olma, itibar elde etme vb. amaçlar için yapmamaktadırlar.
·
Yukarıdaki maddeyle
paralel olarak, müvekkil
ve arkadaşları Mal ve çocuklar,
dünya hayatının çekici süsüdür; sürekli olan
'salih davranışlar' ise, Rabbinin katında sevap
bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır. {KehfSuresi, 46. ayet) ve
Biliniz ki dünya hayatı;
bir oyun, süs ve eğlencedir,
aranızda bir öğünme aracıdır, mal ve evlatta bir çoğalma
yarışıdır, bitkisi kafirlerin hoşuna giden bir
yağmur gibidir.{Hadid Suresi, 20. ayet) ayetlerinde işaret edildiği üzere
çocuk ve mal hırsı duyan insanlar değil, sürekli olarak Allah'ın rızasını
kazandıracak iyi ve faydalı işleri
öncelikli gören insanlardır. Mümkün olduğu
kadar vakit ve olanaklarını İslam'a hizmete yönlendirmişlerdir. Bu
tavırları da onları klasik evliliklerde gözlemlenenden daha farklı bir hayatı
beraberinde getirmiştir.
·
Yukarıdaki maddeye
paralel olarak müvekkil ve arkadaşlarının evlilik anlayışlarını belirleyen
ayetlerden biri de Ahzab Suresi'nin 28. ayetidir. Allah bu ayette, Ey
peygamber, eşlerine söyle: "Eğer siz dünya hayatını ve onun süslü- çekiciliğini istiyorsanız, gelin sizi
yararlandırayım ve güzel bir salma tarzıyla sizi salıvereyim."Eğer siz Allah'ı, Resulü'nü ve ahiret yurdunu
istiyorsanız artık hiç şüphesiz Allah,
içinizden güzellikte bulunanlar için büyük bir ecir hazırlamıştır."diye
buyurmuştur. İşte bu ayette, evliliklerde Allah'ın ve ahiret yurdunun
amaçlanmasının önemine yapılan
vurgu nedeniyle, müvekkil
ve arkadaşları da kendi
evliliklerinde Allah sevgisini, Allah korkusunu, Allah rızasını kazanmayı ve
ahiret yurdu için çalışmayı ön plana almışlardır. Bu yolu tercih etiklerinde
ise, karı ve koca arasında geleneksel evliliklerde ön plana çıktığı görülen
amaçlardan ve yöntemlerden doğal olarak uzaklaşmışlardır.
·
Tüm bu anlattıklarımız
doğrultusunda belirtmemiz gerekir ki, müvekkil ve arkadaşlarının evlilik
anlayışlarında karı ve kocanın sürekli
bir arada yaşaması zorunlu değildir. Eğer
İslam'ın menfaatleri ayrı yaşamayı gerektiriyorsa ve buna her iki taraf da razıysa evlenen insanlar
en azından bir dönem ayrı evlerde veya şehirlerde yaşayabilirler.
Nitekim
TMK 186.maddesinde de "birliği
eşler beraberce yönetirler" ifadesi geçmektedir. Karı ve koca birliğin
sınırlarını çizmekte serbesttirler. Eşlerin ekonomik, sosyal, ticari,
vb. sebepler ya da zorunluluklar yüzünden zaman zaman ayrı kalmaları son derece doğal ve sık
rastlanan bir durumdur. Eşlerin arasının bozulduğu durumlarda da taraflar uzun
süre boyunca ayrı kalabilmektedir. Tüm bunların ötesinde vatanın, milletin, bayrağın
ve dinin menfaati
doğrultusunda devletimiz
haklı şekilde
evli olan askerlerimizi de belki aylarca
sürecek, belki de şehit olacakları savaşa gönderebilmektedir.
Askerlerimiz de verilen bu görevi aşkla yerine getirmektedirler. Kimse bu
durumların birinin bile eşlerin birlikte yaşaması ilkesine aykırı olduğunu
iddia etmemektedir.
Müvekkil ve arkadaşlarının
Kuran-ı Kerim yorumlarına göre, evlilik iddianamede empoze edilmeye çalışıldığı
gibi sürekli aynı yerde yaşamaya ve çocuk yapmaya indirgenecek bir konu olmanın
çok ötesinde son derece önemli bir ibadet ve Allah rızası için karşılıklı
yapılan bir ahittir. İslam'ın ve dünyadaki Müslümanların menfaati gereği müvekkilin arkadaşları da
evliliğin getirdiği bazı ayrıcalıkları ve menfaatleri
göz ardı etmektedirler.
HEPSİNİN ÖTESİNDE MÜVEKKİL VE ARKADAŞLARI BU ANLAYIŞLARINI HİÇ KİMSEYE
TELKİN ETMEMİŞLER, KİMSEYE BU KONUDA YÖNLENDİRME YAPMAMIŞLARDIR. ÖYLE Kİ İDDİANAME YAYINLANANA KADAR TOPLUMDA BİR ÇOK İNSAN MÜVEKKİL VE ARKADAŞLARININ BU
ANLAYIŞLARINDAN HABERDAR BİLE DEĞİLDİR.
DOLAYISIYLA İDDİANAMEDE YER ALAN TÜRK AİLE YAPISINI DEJENERE ETME İDDİASININ SOMUT BİR KARŞILIĞI YOKTUR.
·
Savcılık
iddianamesinde şüpheliler arasında yapılan evliliklerin güya zorla tutulan
kadınların hakkında şikayet yapılmasını engellemek, sözde örgütü karı veya
kocaya düşecek mirastan faydalandırmak veya kişinin sözde örgütten ayrılmaması
için ailesinden tamamen kopartılması amacıyla yapıldığını ileri sürmüştür.
Savcılığın tüm bu mantıkları çelişkiden ve çarpıtmadan ibarettir. Şöyle ki;
1)
Bir insan bir kişi
veya toplulukla görüşmek istiyorsa, ailesi muhalif de olsa onlarla görüşmeye
devam edebilir. Ters mantıkla düşünürsek bir insan birisiyle görüşmek
istemiyorsa ailesi o kişiyle görüşmesini desteklese dahi onunla görüşmeyebilir. Dolayısıyla bir topluluğa mensup
bireyi ailesi topluluğa
muhalif diye
başkasıyla evlendirmek
söz konusu hususları engellemek için mutlak bir çözüm değildir.
2)
Bir ailenin
mirasından faydalanmak için insanları evlendirmek de mantıklı bir
hareket değildir. Çünkü
kimin ne zaman öleceği belli değildir.
Nitekim insanlar anne ve
babalarından önce vefat edebilir. Ayrıca
30-40 yıl sonra gerçekleşmesi muhtemel olan vefatlar için böyle bir
eyleme kalkışılması makul gözükmemektedir. Kaldı ki bir insanın bugün çok
zengin diye yarın yakınlarına büyük bir miras bırakabileceği de kesin değildir.
Bir insan çocuklarına büyük bir miktarda borç da bırakabilir.
Ayrıca bir evladın, ailesinin mirasından pay alması
için evli olması
veya bekar olması da fark etmez. Evli olmadığı için mirastan pay alamaması gibi bir durum varmış gibi, iddianamedeki "ailelerden
kalan mirası elde etmek" maksadıyla sahte evlilik yaptırıldığı iddiası hem
mantık, hem de gerçek dışıdır.
Tüm bunlara ilaveten
belirtmemiz gerekir ki, MÜVEKKİLİN
ARKADAŞLARINDAN AİLELERİ ZENGİN OLANLARIN BİR ÇOĞU MÜVEKKİLLE BİRLİKTE
OLDUKLARI DÖNEM BOYUNCA HİÇBİR ARKADAŞIYLA EVLENMEMİŞTİR. Örneğin, Serpil
Ekşioğlu, Elif Kral, Merve Büyükbayrak, Emine
Kalça, Mine Kalça, Pelin Akçalı,
Gizem Köknar, Dilem Köknar,
Fatih Müftüoğlu, Emre Çalıkoğlu, Ediz Çalıkoğlu vd. gibi aileleri çok zengin olan bay-bayanlar
iddia olunanın aksine evlenmemişlerdir. Bu da katılanlar tarafından ortaya
atılan ve Savcılık tarafından hatalı biçimde itibar edilen sözde örgüt içi
evlilik mantığını çürüten somut bir delildir.
3)
Müvekkilin güya zorla
tutulduğu için hakkında şikayet yapılabilecek arkadaşlarını evlendirdiği iddiaları da mantıksız
ve gerçekdışıdır. Nitekim
müvekkilin, ailesinin müvekkille görüşmesini istemediği arkadaşlarının
çoğu hiç evlenmemiştir. Hüma Babuna, Eda Babuna, Sinem Tezyapar, Selda İnal bu
kişilerden bazılarıdır. Ayrıca daha önceden ailesi tarafından müvekkilin
yanında güya zorla tutulduğu yönünde iddialarda bulunulan Mehtap Şahin, Tuba Bozkurt gibi kişiler de hiçbir
arkadaşlarıyla evlenmemişlerdir. Tüm
bunlar Sayın Savcılığın değerlendirmelerinde yanılgıya düştüğünün açık
delilleridir.
Müvekkilin
evli arkadaşlarının birbirleriyle hiç görüşmedikleri iddiası husumetli
müştekilerin yalanlarından ibarettir. Evli olanlar işlerinden arta kalan
zamanlarda, seyahatte olmadıkları dönemlerde ellerinden geldiğince bir araya
gelmişlerdir.
Sonuç
olarak, müvekkil ve arkadaşları Allah rızasını kazanmak amacıyla yaşadığını
ileri süren insanlardır. Evlilik anlayışlarını da Allah'ın rızasının en çoğunu
kazanmak üzerine kurduklarını belirtmektedirler. Aralarında yaptıkları mevcut
evlilikler geleneksel evlilik modellerinden farklılıklar içerse de suç örgütü
ideolojisiyle değil İslam'ı yorumlama biçimleriyle şekillenmektedir. Yargılananların
özgür beyanları bu şekildedir ve evliliklerinin de katılanların iftiralarından
bağımsız olarak bu şekilde değerlendirilmesi gerekmektedir.
İDDİANAMEDE SÖZDE ÖRGÜT MERKEZİ
OLARAK GEÇEN VE "DRAGOS" OLARAK ADLANDIRILAN YERE DAİR CEVAPLARIMIZ.
Savcılık
iddianamesinde müştekilerin hiçbir somut delile dayanmayan hayali iddialarını
tümüyle benimse yolunu tercih ettiğinden, "Dragos" olarak
adlandırılan yeri de sanıklarca kurulduğu iddia edilen suç örgütünün merkezi
gibi tanımlamıştır.
Savcılık
her ne kadar böyle hatalı bir tanımlamada bulunsa da "Dragos"
gerçekte yaklaşık 16 yıl boyunca Semih Selman Marangozoğlu'nun kiracısı olduğu,
çevredeki halkın, basının ve emniyetin
bildiği, emniyet mensuplarımızın birçok kez ziyaret ettiği ve bugüne kadar tek bir hukuk dışı eylemin
bile yaşanmadığı, müvekkilin arkadaşlarının dostlukları ve evlilikleri çerçevesinde zaman zaman buluşup
hoş vakit geçirdikleri bir
yerdir.
Husumetli
müştekiler ise bu somut gerçeği kasıtlı olarak çarpıtarak "Dragos"
adı verilen yeri kadınların güya şiddete ve cinsel istismara maruz kaldığı,
güya silahlı kişilerce 7 gün 24 saat kesintisiz korunan,
güya insanlara kumpas
kuran hukuk
ekibinin çalıştığı,
sözde örgüt üyelerinin güya sürekli olarak aşağılandıkları ve hakarete
uğradıkları bir yer gibi gösterebilmek için hayali olaylara dayanan ifadeler
vermişlerdir. Ancak gerçekler hiçbir şekilde böyle değildir.
Savcılık iddianamesinin 73. sayfasında sözde
örgüt liderinin ve yöneticilerinin güya bir arada yaşadıkları Üsküdar ilçesinin Kandilli semtindeki
yer için "örgüt merkezi" tanımlamasında bulunmuş ve güya buranın
sözde örgüt üyelerince soruşturma yapan makamların yanıltılması amacıyla kasten "Dragos" olarak adlandırıldığını ifade etmiştir.
Husumetli müştekilerin
hayali senaryolarına dayandırılan bu değerlendirme hatalıdır. Savcılığın belirttiği gibi gerçekte
Kartal ilçesinde yer alan Dragos
bir dönem müvekkil Adnan
Oktar'ın kalmış olduğu semtlerden biridir. Geçmişte
müvekkilin arkadaşlarının günlük yaşantılarında sıkça telaffuz edilen
bu semtin adı müvekkilin
ilerleyen dönemde sıkça ziyaret ettiği Kandilli'deki konut için de kullanılmaya
başlanmıştır. Ağız alışkanlığı olarak gelişen bu durum bir süre sonra
müvekkilin arkadaşları arasında yaygınlaşmış zamanla da kalıcı hale gelmiştir.
Burada
ilginç olan Kandilli'deki eve ağız alışkanlığı olarak "Dragos"
deniliyor oluşunun çarpıtılarak örgütsel tedbir gibi yansıtılması ve bu art
niyetli girişime Savcılıkça itibar edilmesidir. Kandilli'deki yere
"Dragos" denilerek örgütsel tedbir uygulandığı yönündeki iddialar
oldukça mantıksızdır. Bilindiği gibi örgütler tedbirli telefon konuşmalarını telefonların
dinlenme ihtimaline karşılık yaparlar. Bu doğrultuda düşünürsek, müvekkilin arkadaşları arasındaki telefon konuşmaları eğer bir soruşturma kapsamında dinlenecek duruma geldiyse,
konuşmaları değerlendirecek memurların "Dragos" ifadesiyle
kastedilenin ne manaya geldiğini anlamayacaklarını düşünmek son derece
saçmadır.
Çünkü her şeyden önce dinlenen telefon
görüşmelerinde geçen "Dragos" ifadesiyle gerçekte neyin kastedildiği müvekkilin dosya
kapsamında ifade veren eski arkadaşlarının tümü tarafından bilinmektedir. Bununla birlikte
bu ifade müvekkil
ve
arkadaşları hakkında
geçmişte açılmış birçok soruşturma ve dava dosyasında da geçmektedir. İlk defa
huzurdaki dosya kapsamında ortaya çıkan bir ifade değildir. Yani tüm bunlar
"Dragos" ifadesiyle Sayın Savcılığın vurguladığı türden bir
gizliliğin, dolayısıyla da örgütsel tedbirin asla sağlanamayacağını
göstermektedir.
Bu bağlamda
müvekkilin arkadaşları gerçekten
suç örgütü mensubu
olsalar telefon görüşmelerinde
gizlilik sağlamak istedikleri takdirde asla kullanmayacakları kelimelerden birinin de "Dragos"
olacağı aşikardır.
Ayrıca
günümüzde telefonda başka bir semtin adı verilse bile dinlenen şahıstan alınan
sinyallerden o kişinin hangi semtte olduğu kolaylıkla tespit edilebilmektedir.
Dolayısıyla farklı bir semt ismi vererek soruşturmacı makamları yanıltmanın
mümkün olamayacağı açıktır.
Bu
anlattıklarımızdan gayet net anlaşılacağı gibi, müvekkil Adnan Oktar'ın zaman
zaman ziyaret ettiği Kandilli'deki yeri örgüt merkezi gibi gösterebilmek için
zorlama ve gerçekdışı mantıklar ortaya atılmıştır. Bu durum husumetli
müştekilerin Sayın Savcılığı ve Sayın Mahkemenizi yanıltmak ve yönlendirmek
amacıyla hareket ettiklerini açıkça göstermektedir.
Husumetli
müştekiler ve onların baskı ve tehditlerle müşteki veya etkin pişman sanık yaptıkları kişilerin ifadelerine bakıldığında "Dragos" adı verilen
yeri sözde örgüt merkezi gibi gösterebilmek için
müvekkilin silah ruhsatı almış arkadaşları üzerinden bir senaryo ortaya
attıkları görülmektedir. Müşteki ve etkin pişmanlara ait ifadelerde,
devletimizin ilgili kurumlarının kapsamlı incelemeler neticesinde kanunen
gerekli tüm şartları sağladıkları görüldüğü için silah ruhsatı verdikleri
sanıklar sözde örgütün merkezi olarak nitelendirilen Dragos'ta nöbet tutan
muhafızlar gibi gösterilmişlerdir. Dragos kasıtlı olarak, elinde av tüfekleri
veya silahlarla dolaşan kişilerce korunan bir örgüt merkezi gibi yansıtılmak
istenmiştir.
Halbuki burası, müvekkilin arkadaşlarından bir bölümünün
işlerinden arta kalan
zamanlarda diğer arkadaşlarını görmek için uğradıkları, sohbet ettikleri,
eşleriyle yemek yedikleri, kitap okudukları, mangal partisi düzenledikleri,
manzaralı bir ortamda rahatladıkları, spor yaptıkları, yeşilin ve mavinin iç
içe olduğu bir nevi sosyal tesis gibi de değerlendirilen bir yerdir. Aşağıda
yer verdiğimiz resimler bu gerçeği doğrular niteliktedir.
Kandilli'de
"Dragos" adı verilen yer konumu itibariyle deniz manzaralı ve
ormanlık bir bölgededir. Müvekkilin arkadaşları geçmişte işlerinden arta kalan
vakitlerde arkadaşlarıyla görüşmek, spor yapmak, temiz hava almak gibi
sebeplerle sık sık buraya uğramışlardır. Aşağıda buranın her insanın beğenisini
kazanacak ve buraya ait doğal güzelliklerinden birkaç örnek yer almaktadır:
Görüldüğü gibi burası adeta tatil köyü havasında bir yerdir. Burası
insanların boğazı
izleyebilecekleri teraslar ve orman içinde gezebilecekleri yürüyüş parkurları
ile donatılmıştır. Müvekkilin arkadaşları buralarda birçok kez temiz hava almak, yürüyüş
yapmak, sohbet etmek hatta mangal yapmak için buluşmuşlardır. Nitekim Dragos'ta
bulunan mangallardan biri aşağıda da görüldüğü gibi ATV Haber'in çekimine de yansımıştır:
Müvekkilin
arkadaşları sağlıklı yaşamaya özen gösteren kişilerdir. Bu nedenle Semih Selman
Marangozoğlu'nun kiracısı olduğu Dragos adlı yerde spor aletleri, solarium vb
cihazlar içeren bölümler de bulunmaktadır. Aşağıda bu gerçeği ortaya koyan
haber görüntüleri yer almaktadır:
İşte
husumetli müştekiler, çevre düzenlemesi insanların rahat etmeleri ve huzur
bulmaları için özenle yapılmış, zevkle dekore edilmiş yerleri örgüt merkezi
gibi gösterebilmek için silahlı adamların sürekli nöbet tuttukları veya
insanların şiddete maruz kaldıkları hayali senaryolar üretmişlerdir.
Müvekkil
Adnan Oktar ve arkadaşlarına karşı yıllardır sürdürülen algı operasyonunda gerçekte
var olmadığı için hiçbir zaman
bulunamayan, ancak sürekli varmış gibi anlatılan gizli
kamera görüntülerinden bahsedilmektedir. İnsanlara şantajda kullanıldığı iddia
edilen gizli kamera görüntüleri yalanı 11 Temmuz 2018 tarihli polis
operasyonundan sonra da hemen ortaya atılmıştır.
Dragos
adı verilen yer geniş bir arazi içinde bulunduğu için kurulan ve arazinin
çeşitli yerlerini gösteren
güvenlik kameraları bir kısım medya tarafından orada
kalan insanların özel hayatlarının gözlendiği kameralar olarak kamuoyuna
yansıtılmıştır. Halbuki ilgili haberlere dikkat edildiğinde Dragos'taki
insanların gözetlendiği oda olarak gösterilen yerdeki tüm ekranlarda bahçe
görüntülerinin yer aldığı görülmektedir:
Her
işyerinde, fabrikada, bahçeli evlerde, özel mülkte benzerlerine rastlanılan
güvenlik kameralarının insanların hayatlarının gözetlendiği kameralar olarak
yansıtılması müvekkil Adnan Oktar ve arkadaşlarına komplo kuran odakların gözle
görülmesi mümkün olmayan konularda başka ne büyük yalanlar ortaya
atabileceklerinin bir delilidir. Nitekim huzurdaki dosya bu yalanlarla doldurularak
müvekkil ve arkadaşlarının uzun yıllar hapis
cezası almaları hedeflenmiştir. Aşağıdaki bazı fotoğraflarda buranın
iddia olunan aksine
arkadaşların bir araya
geldiği, yemek yiyip sohbet edip
eğlendiklerini bir yer olduğunu göstermektedir.
Tüm bu nedenlerle tekrar
vurgulamak gerekir ki, Dragos adı verilen yer suç örgütü merkezi değildir. Bu yöndeki
asılsız iddialar husumetli müştekilerin adli mercileri aldatmak amacıyla
ürettikleri bir komplonun ürünüdür.
DİĞER SANIKLARIN İŞLEDİĞİ İDDİA EDİLEN MÜNFERİT SUÇLARDAN DOLAYI MÜVEKKİLİN SORUMLULUĞUNA GİDİLMESİ
HUKUKA AYKIRIDIR.
Savcılık iddianamesinde
sözde örgüt üyelerinin işlediğini iddia ettiği cinsel saldırı suçları da dahil
olmak üzere bütün suçlardan güya örgüt yönetici olduğunu ifade ettiği müvekkil
Adnan Oktar'ı da TCK md. 220/5 gereğince fail olarak sorumlu
tutmak istemektedir. TCK md. 220'nin gerekçesinde, hükmün konuluş amacı,
"örgüt yapısı içinde, kendisine suç
işlemek gibi örgütün amacına uygun bir görev verilen kişi bu görevini yerine
getirmezse, hemen yerine bir diğeri rahatlıkla ikame edilebilmektedir” düşüncesine
dayandırılmıştır.
Doğrudan
failin istendiği zaman yerine başkasının ikame edilebilmesi ve o kişi yerine başka bir kişinin
de örgütün amaçları
doğrultusunda suçu işleyebilecek
durumda olması,
ancak sıkı organizasyon yapısına
sahip mafya tipi örgütler ve terör
örgütleri bakımından söz konusu olabileceği doktrinde kabul edilmektedir.
Sıkı bir hiyerarşik yapıya sahip olmayan örgütler bakımından da TCK md.
220/5'in uygulanabileceği ihtimalinin kabul edilmesi, örgüt yapısı içinde
doğrudan failin yerine bir başkasının rahatlıkla ikame edilebilmesi nedeniyle
örgüt yöneticilerinin örgüt üyelerinin işlediği bütün suçlardan sorumlu
tutulacağına ilişkin peşin bir varsayım gerçekçi değildir. Bu nedenle örgüt
yöneticilerinin örgütün faaliyeti kapsamında işlenen suçların faili
sayılabilmesi için suçun işlenmesini ne ölçüde güvenceye aldıklarının her somut
olay bakımından değerlendirilmesi gerekir. Sıkı hiyerarşik bir yapıya sahip
olmayan örgütlerde doğrudan suçu işleyen kişinin yerine bir başkasının ikame
edilmesi mümkün olmadığından, her somut olayda doğrudan failin işlediği
fiillerin hangi koşullar çerçevesinde örgüt yöneticilerine yüklenebileceğinin
değerlendirilmesi gerekir. Örgüt yöneticisinin örgüt faaliyeti çerçevesinde
işlenen suçla herhangi bir ilgisinin olup olmadığı araştırılmaksızın, yalnızca yönetici
olması nedeniyle kişiyi
işlemediği veya bağlantılı olmadığı bir suçtan cezalandırmak üçüncü kişinin
fiilinden ceza sorumluluğu anlamına gelir ve ceza sorumluluğunun şahsiliği
ilkesine (AY md. 38/7} aykırı olur7.
Dava konusu olayda örgütün varlığı kabul
edilse bile, örgüte mensup
olduğu iddia edilen bazı kişilerin özel hayatlarında yaşadıkları cinsel ilişkilerden örgüt yöneticisi
olduğu iddia edilen kişilerin sorumlu tutulması mümkün değildir. Bir
örgütün mensupları tarafından işlenen her suçun örgüt faaliyeti çerçevesinde
işlendiğinin kabulü mümkün değildir. Dolayısıyla örgütsel davranış
ile bireysel davranış
arasında bir ayrım yapılması gerekir. Eğer bir fiil hiçbir surette
örgütsel amaç çerçevesinde değilse ve örgütsel iradeye dayanmamaktaysa, örgütün
birden fazla mensubu tarafından ayrı ayrı veya iştirak
halinde gerçekleştirilmiş olsa bile, örgütsel
davranış
7
Tezcan, Durmuş/Erdem, Mustafa
Ruhan/Önok, R. Murat: Teorik ve
Pratik Ceza Özel Hukuku, 6.
Baskı, Ankara, 20 8, s. 983.
olarak nitelendirilemez8.
Bazı
suçlar "bizzat işlenebilen
suç" niteliğindedirler. Bu suçlarda fail, kanuni' tanımda yer alan
hareketi bizzat kendi bedensel hareketiyle gerçekleştirmek zorundadır.
Dolayısıyla bu suçlara müşterek fail olarak iştirak etmek mümkün olmayacağından
TCK md. 220/5'in uygulanması da olanaklı değildir. Cinsel saldırı suçu da
bizzat işlenebilen suçlardandır.